Hipersomniak Hezeyanlar

Yatağımda uyurken göğsüme saplanan bir hançer ile gözlerimi açtım. Karanlıkta odadan birinin çıktığını seçebilmiştim. Uzandığım yerden doğruldum. Yatak kan içerisindeydi. Kan miktarının bolluğuna yetişmeye çalışan terlemelerle tümden ıslanıyordum. Bunu yapanın kim olduğunu muhakkak öğrenmem gerekiyordu, o sebeple çok vakit kaybetmeden odadan çıkan adamın arkasından gittim. Ben odadan çıktığımda kapı kapanma sesi koridordan küçük bir dalga olarak üzerimden atladı. Ensemde kasabın dolabından kaçmış, buz gibi bir rüzgâr dolanmaya başlamıştı.

Hızlıca evin kapısına kadar ilerledim. Kapıyı açarken göğsümden bedenime yayılan bir ateş hissettim. Buruşuk yüzlü bebeklerin ağlamaları kocaman bulutlar gibi çökmüştü zihnime. Her şeye rağmen kapıyı açtım ve asansörün önüne gittim. Asansör kattan yeni ayrılıyordu. Beklemek yerine merdivenleri kullanmayı seçtim ve koşarak inmeye başladım. Son kat merdivenlerinde ayağım takıldı ve yuvarlandım. Ben yuvarlanırken ne kadar yüksek sesliysem, merdivenler de o kadar sessiz karşılamışlardı üzerlerine bıraktığım kan lekelerini.

Göğsümde bir arma gibi gezdirdiğim hançer ise yerini iyice sevmişe benziyordu. Ayağa kalkıp yakalamam gereken biri olmasaydı, o hançeri çoktan çıkarıp bir köşeye atardım aslında ama vakit kaybetmemeliydim. Doğrulup binanın dışına çıktım. Sokak bomboştu. Babamın öldüğü günü hatırladım.

Ruhum bu sokaklar gibi sessiz ve ıssızken, günlerdir beklediğimiz ölüm haberi, sanki onu hiç beklemiyormuşum gibi bombardıman ve patlama sesleriyle doldurmuştu göğüs kafesimi. Sesler dalağımı zangırdatırken ruhum kendini kamufle etmeye çalışıyordu.

İşte sokaklardaki sessizlikte o günü hatırlamam, sessizliğin birazdan kendini büyük bir gürültüyle değiştireceğini hissettirmiş olmasından kaynaklanmış olmalıydı. Belki de göğsümde taşıdığım hançer ile yapayalnız kalmış olmanın korkusundan, büyük bir gürültüye sığınma isteğiydi içten içe.

Flaş gibi hafızamda çakan anılardan kurtulduğumda; gözlerimi etrafı tararken buldum. İki bina ötede, soldaki sokağa dönen bir gölgeyi yakalamış ve odaklanarak hedefe kilitlenmişlerdi. Kafamı toparlamamı bekleyen bedenim, hedefe doğru ilerlemek için zaten tüm hazırlıkları yapmıştı.

Göğsümden akan kanlarla beraber yüzüm ve bedenimdeki ağrı ve morlukların sessizliği bozmalarına izin vermeyerek ilerlemeye başladım. İlerleme hızımla, peşine düştüğüm adamı (ya da kadın mıydı bilemiyorum) yakalayabilmem pek mümkün değildi aslında.

Ama daha doğarken umudu kakalamışlardı hücrelerimize. Zorluklara daha fazla ve uzun dayanabilelim, böylece daha kullanışlı olabilelim diye birileri tarafından umut etmemiz için programlanmış gibiydik. İşte bunun farkında olsam dahi; yeni seri umutlar üretebiliyordum kolayca. Çünkü programlama bunu gerektiriyordu.

Adamı yakalama umudunun ötesinde, bu adamı yakalarsam elime ne geçeceğini de bilmiyordum. Bu halimle intikam alabilmem pek mümkün değildi.  Neden peşinden gittiğimi kendime açıklayamıyordum. Bildiğim şu ki; gerçeği öğrenmeye çalışırken gerçek gerçeklerden kaçıyordum. 

Evet; gerçek gerçekler!

Aynı deneyimler, aynı yaşanmışlıklar ve hatta aynı bakış açıları birden fazla gerçeğe sahiptirler fakat bu gerçeklerden sadece bir tanesi gerçektir ve bu bir tane gerçek gerçek, diğer gerçeklerin gerçek olmadığı anlamına gelmez.  Şimdi gerçek gerçeklerin ne olduğunu ifade etmek gerektiğini düşünebilirsiniz ama kaçtığım şeyleri ifade etmiş olursam, onlarla yüzleşmem gerekeceğinden onların ne olduğunu da söyleyemem.

Gölgenin döndüğü sokağın ucuna gelmiştim. Sokağın bir tarafı elma ağaçları ile diğer tarafı ise gökyüzüne çıkan asansörlerle doluydu.

Hiç tereddüt etmeden asansörü seçecektim; kim olsa öyle yapardı lakin bir ağaçtan düşen elmanın havada yankılanan sesi durdurdu beni. Newton gibi kafama düşmemişti, aslında Newton’un da kafasına düşmemişti, ama elmanın düşüşü zihnimde esen rüzgarların yönünü değiştirmişti.

Amerika’yı yeniden keşfetmeye laf edenlere inat, o sırada yerçekimini yeniden keşfetmiştim.  Asansörün bu çekime karşı gelmek olduğunu da.

Yani bu hançeri bana saplayıp çok da uzaklaşmadan kaçan her kimse; Yerçekimini temsil eden elma ağaçlarının karşısına diktiği asansörlere binmemi istiyordu. Böylece doğanın kanunlarına meydan okuyacaktım bir şekilde. Bu simgesel meydan okumanın neyi amaçladığını bilemezdim fakat o sırada bunun bir tuzak olduğuna kanaat getirmiştim. Bu sebeple tercihimi asansörler yerine elma ağaçlarından yana kullanarak; asıl meydan okumayı bunları tertipleyene yöneltmiş olmaya karar verdim.

Kuş seslerinden azat edilmiş ne sonu ne de başlangıcı belli olan, sıra sıra dizilmiş elma ağaçlarından birinin, belki de en heybetlisi, altına oturdum. Unuttuğum bir duyguyu hatırlamak istercesine; sırtımı büyük bir güvenle ağacın gövdesine yasladım. Yaşanmışlıkların yeni yaşanmışlıklar doğurması gerekirken, zaman bunun aksine çalışıyordu sanki. Eski yaşanmışlıklara takılıp kalarak, onların yerini dolduramayacağımız hissi ile onlara özlem duyuyorduk; ben ve beraberimdeki tüm ağaçlar. 

Yaşattığı hissi ne kadar sevmesem de aklımı geçmişin sokaklarına salmıştım çoktan.  O sokaklarda vitrinlere bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi, sonra durağa yanaşan bir otobüse koşturuyordum. Nefes nefese yetiştiğim otobüsün kapısında bir kâğıt bilet elimde sarı bir jetona dönüşüyordu ve vapur iskeleye yanaşıyordu. Bir simit kokusunun peşine düşüyordum vapurdan atlayarak. Atlarken elimin çarptığı bira şişesi ders kitaplarımın üzerine dökülüyordu. Bu yüzden sınavda bildiğim bütün soruları yanlış yapıyor, teselliyi iri göğüslü, ince belli bardaklarda buluyordum.

Daha yağmur altında ıslanmalar, alınacak çiçekler, yazılacak mektuplar, içilecek rakılar ve dahası varken; kafama çarpan bir cisim beni şimdiye döndürmüştü bile. Kafama çarpıp yere düşen, cisim dediğim şey, ağaçtan düşen yemyeşil bir elmadan başka bir şey değildi. Elmayı yerden alıp elimde döndürerek incelemeye başladım. Yeşil ve parlak bu elmada beni rahatsız eden bir şey vardı. Sanki beni suçlayan bakışlara sahipti. Ne ile itham edildiğimi bile bilmediğim bu suçlayıcı bakışlar altında kâinatın tüm tedirginlikleri atmosferden sızarak üzerime yapıştılar. Elmayı elimden atıverdim. Ama belirli aralıklarla ağaçtan elmalar düşmeye devam ediyordu.  Her düşen elmanın bakışları beni daha fazla korkutuyordu. Asansöre gitmemeliydim ama bu elmalardan da kurtulmalıydım artık.

Bir taşla iki kuş vurabileceğimi fısıldayan sararmış bir yaprak düştü sol omzuma.  Oysa kuşlarla alıp veremediğim bir şey yoktu, ayrıca yakınımda taş da göremiyordum. Ölürken son sözlerini keşke daha anlamlı kelimelerden seçseydi diye geçirdim içimden. Benim ise aklımda başka bir fikir uyanmıştı. Henüz yüzünü yıkayamadan, kahvaltısını yiyemeden kendisini hayata geçirmiştim. Düşen elmalarla asansörlere savaş açmıştım.  Oturduğum yerden asansörlere yerdeki elmaları fırlatıyordum.  Bu şekilde asansörlere zarar veremiyordum ve veremeyeceğimi de biliyordum ama hem elmalardan kurtuluyordum hem de asansörlere teslim olmayacağımı ilan ederek, onları değersizleştiriyordum.  

İyice yorulmaya başladığım bir süre sonra, ağaçtan elmaların düşmesi son bulmuştu.  Tabii tüm bu anlamsız mücadele içerisinde, göğsümdeki hançeri unutuvermiştim. Sakinliğe kavuştuğum anda bir sabotaj gibi göğsümdeki ağrı ile kendisinin varlığını hatırlamış oldum. Aslında ağrının varlığı olmasa belki hançer de var olamayacaktı ama hançerin varlığı da ağrı için güçlü bir temel oluşturuyordu. Artık onu saplandığı yerden çıkarmam gerekliydi. Canımın daha fazla acımasına ve kanamasına sebep olacaktı ama acıyı katlamadan iyileşemeyeceğimi de biliyordum.

Göğsüme saplanmış hançeri yavaşça çekmeye çalıştım ama ben çektikçe başka bir güç tam ters yönde kuvvet uyguluyor gibiydi. Sanki içeride saklı olan başka bir hançerle tanışmış da onunla yepyeni bir hayat kurmuş, bu esnada çoluk çocuğa karışarak çoğalmışlar ve birtakım borçlar edinmişler de geride bırakacaklarını zor durumda bırakmamak için direniyordu kendisi. Diğerleri de onsuz eksik kalacaklarının farkında olduklarından, onu içeride tutmak için kollarına bacaklarına sıkıca sarılmışlardı. Hayatta kararlı olduğum nadir anlardandı ve iki elimle asılmıştım. Hançeri ufaktan yerinden oynatabildiğimde, bedenimle hançer arasında oluşan küçük boşluktan şarap ve çiçek kokuları dışarı sızıyordu. Belli ki kurdukları yaşam içerisinde mutlu ve keyifli zamanlar barındırıyorlardı. Demek ki yüklendikleri borcu ödemek konusunda da kendilerine güvenleri ve planları mevcuttu.

Ne olursa olsun bu mücadeleyi ben kazanmalıydım yoksa ölecektim ve o yine kaybetmiş olacaktı. Sistem; her koşulda onun kaybetmesi üzerine kurulmuştu bir kere.  Gözlerimi ve dişlerimi sıkarak, iki elimle hançerin sapından çekiyor, sırtımla da ağaçtan destek alıyordum. Çektiğim acı hançerin acısıyla yarışırdı fakat acıları yarıştırarak oy kazanacağım bir seçim sürecinde aday olmadığımdan bu yarışa girmemiştim.

Son kez tüm gücümle asıldım ve yere devrildim. Hançer ellerimde ben ise yerde sırt üstü uzanıyordum. Göğsümdeki ağrı sol kolum boyunca ilerlemişti. Baştan aşağı ter içerisinde kalmış titriyordum. Hançeri ellerimden bırakarak sağ elimle göğsümde kanayan yere bastırmaya çalıştım. Kanama durdurulabilecek gibi gözükmüyordu.

Sistem hançer için biçtiğini benim için de biçmiş olabilir miydi? Başım dönüyor haliyle etrafımdaki her şey yani elma ağaçları da dönüyordu. Tepemden bakan elma ağaçları; başka bir son beklentime karşı takınabilecekleri en alaycı aksiyonu almışlardı. Bu tavırlarına karşı doğan öfkem, zihnimi oyalıyordu. Bütün ağaçları kesip yerlerine beton binalar dikerek intikam almak istiyordum. Ben bitti demeden bitmez diye racon kesmek geliyordu içimden. Fakat sürdürülebilir bir öfke olmadığının farkındaydım. Doğa ile girdiğim bu çatışmayı uzun süre taşıyamazdım. Çaresizlik, koltuğu öfkeden devralıyordu yavaş yavaş.

Gökyüzüne uzanmış gözlerim, toprağı kavrayan ellerimle doğaya sığınma talebinde bulunuyordum. Artık bitti diyerek teslim olmanın ve her şeye rağmen raconu kesiyormuş gibi yapmanın vakti gelmişti. Toprakla dolu sağ elimi göğsüme koydum ve bitti deyiverdim. Göklerden ruhumu teslim alacak dev pençeli melekleri beklerken, avucumdan göğsümdeki derin yaraya dökülen toprak; kanamayı azaltmaya ve yarayı iyileştirmeye başlamıştı. Bunu fark ettiğim an, hızlıca göğsümdeki yarayı en derin noktasına kadar toprak ile doldurdum. Kendimi daha iyi, aynı zamanda çok da yorgun hissediyordum. Gözlerim ağırlaştı, derin bir uykuya ve görülmemiş rüyalara bıraktım kendimi.

Rüyamda; babam bir mezarın başında duruyor ve seslice bir kitap okuyordu.

“Öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile yok oluverir insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir”. (Franz Kafka / Milena’ya Mektuplar.)

Bu cümleden sonra ortalığı yoğun bir sis kaplıyor, önümü göremiyordum.  Babamın sesi de duyulmuyordu. Yavaş yavaş mezara doğru ilerledim. Babamı bulamıyordum, artık orada değildi. Mezarın kime ait olduğunu öğrenmek üzere mezar taşına doğru eğildim. Mezar taşı tamamen bir aynadan ibaretti ve üzerinde hiçbir yazı bulunmuyordu. Sadece kendi yüzümü görebiliyordum.  Aynaya yüzümü iyice yaklaştırdım ve yavaşça nefesimi üfledim. Aynanın yüeyinde oluşturduğum buğuya parmağımla adımı yazmayı planlıyordum. Böylece orada olduğumu bir ekilde kayda geçirecektim. Fakat mezarın hemen yanı başında toprağın üzerinde duran hançerin gözüme ilişmesi tüm odağımı kaybetmeme sebep oldu. Hançeri elime alarak doğruldum. Sis dağılmaya başlamıştı ve ben evde salonun ortasında duruyordum.

Bir rüyada olduğumun farkındaydım ve anlık mekân değişimlerini doğal karşılayabiliyordum. Yine de içinde bulunduğum rüya sebebiyle gergindim ve bu rüyadan uyanmak istiyordum. Rüya olduğunun farkında olduğun bir rüyadan kaçmak için nasıl uyanabilirim diye düşündüm bir müddet. Buna verecek net bir cevabım yoktu fakat akıl yürüterek bir sonuca ulaşmıştım. En azından deneyebilecektim. Rüyadan uyanmak için rüyada uyuyabilmeliydim. Bir nevi; hayattan kaçmak için intihar etmek gibi olmalıydı. Bu rüyadan da intihar edebilmek için yatak odasına doğru ilerledim. Zira uykuya geçmek için tek aklıma gelen şey yatağıma girmekti. Tam yatağa girecekken yerimde başka birinin uyuduğunu fark ettim. Karanlıkta ani bir korku ile hiç düşünmeden, elimdeki hançeri yerimde yatan her kimse göğsüne saplamıştım. Akabinde arkamı dönüp kaçıverdim. Gözümü adrenalin bürümüş ve uyuma ihtimalim daha doğrusu bu şekilde rüyadan kaçma şansım azalmıştı. Evden seri adımlarla çıkarak asansöre binmiştim bile. En alt katta asansörden indiğimde durdum ve sakince düşünmeye çalıştım. İçinde bulunduğum rüya benimse ve ben bu rüyada olduğumun farkındaysam, rüyayı istediğim gibi dizayn edebilirdim belki de. Bunu nasıl yapabilirime odaklanamadan merdivenlerden koşturan bir çift ayak sesi beni tedbirli olmaya sürüklemişti. Hemen giriş kat merdivenlerinin yanında çömelerek saklanıverdim. Ayak sesleri yaklaştığında; inen kişinin kim olduğunu görmek için kafamı uzattım. Merdivenlerden inen kimse beni görmüş olacak ki, kafamı uzatmamla suratımın ortasına bir tekme patlatması bir olmuştu. Aldığım darbenin etkisiyle koşarak oradan kaçıverdim. Ben kaçarken arkamda büyük bir patırtı yankılanıyordu ama bir saniyeliğine dönüp bakmamıştım. Çıktığım binanın iki bina ötesinde sola doğru bir sokağa girdim.

Bir tarafta göğe yükselen asansörler, bir tarafta elma ağaçları bulunuyordu. Hiç tereddütsüz herkesin yapacağı üzere; gökyüzüne yükselen asansörlere gidiverdim. Asansöre bindim, kapısı kapandı ve yükselmeye başladı. Yeryüzünden ne kadar uzaklaştım bilmiyorum, sadece yolculuğun aylarca sürdüğüne yemin edebilirdim ama annem gereksiz yere yemin etmemem konusunda beni sıkı sıkı tembihlediği için yapmıyordum. Zaten yemin etmemi gerektirecek bir sorgulama da olmamıştı.

Asansör durduğunda kapının açıldığı yer koyu kırmızı, büyük ve yuvarlak bir salondu. O esnada asansörün salona açılan tarafının tamamen ayna ile kaplı olduğunu fark etmiştim.  İçeride uzunca siyah cam bir masa vardı ve hemen yanında geniş tek kişilik siyah deri bir koltuk eşlik ediyordu. Masanın üzerinde tepeleme yaban mersini ile dolu büyük bir kâse, beş çeşit şarap ve büyük şarap kadehleri bulunmaktaydı. Ayrıca beş farklı renkte birçok lotus çiçeğinin salonu süslediği görülüyordu. Beyaz, pembe, mavi, kırmızı ve mor renklerdeki bu çiçeklerin odayı doldurduğu koku baş döndürücüydü. Bir uzay gemisinde ya da cennet bahçelerinin pazarlanması adına sınırlandırılmış örnek dairede, bir deneme turunda olabilirdim; aralarında karar verememiştim.

Masanın biraz üzerinde, duvardan odanın içine doğru uzanan ve yere paralel bir şekilde asılı duran büyük bir kılıç dikkatimi çekti. Kılıcın kabzası duvarın diğer tarafındaydı ve görünmüyordu. Salona ilk girdiğimde nedense fark edememiştim. Ne olduğuna anlam vermek güçtü. Sanatsal bir çalışma olabilirdi. Ya da adaletten şaşıldığı anda başımıza inebileceğini ima eden bir simge de olabilirdi.

Belki de bu kadar anlam yüklenecek bir şey olarak görmemek gerekiyordu. Sonuçta etrafımızdaki şeyler, bizim yüklediğimiz anlamlarla hayatımıza etki ediyorlardı. Tüm maharet, işine yarayacak anlamı yükleyebilmekteydi. Bu konuda pek başarılı olduğum söylenemezdi. Genellikle işimi zorlaştıracak anlamları çıkarırdım cebimden ve bir süre sonra altlarında ezilmiş olarak bulurdum kendimi. 

İşime yaramayacak bu düşüncelerden sıyrılıp biraz olsun dinlenmek ve belki de en başta hedeflediğim gibi uyumak için rahatlamalıydım. Masaya doğru yaklaştım. Bir avuç yaban mersini ağzıma atarken, bir kadehi beş çeşit şarapla ağzına kadar doldurdum ve bir yudum aldım. Daha tüm yudum gırtlağımdan geçmemişti ki odada büyük bir sarsıntı oldu. Ağzımdaki şarabın bir kısmını püskürtmek zorunda kalmıştım. Sanki yaptığım görgüsüzlük ve açgözlülük karşısında, tepemde duran kılıç; kendisine yüklediğim anlamı havada kapmıştı. Bunun sonucu olarak da kafama inmeye çalışıyordu. Yine kontrol edemediğim bir anlam yüklemesine kendimi kurban veriyordum ama bu kadarı da düpedüz haksızlıktı. Masanın üzerine çıktım ve sallanan kılıcı tüm gücümle sıkı sıkı yerinde sabit tutmaya çalıştım. Bir süreden sonra daha fazla dayanamadım ve kılıcı bırakıverdim. Masa devrildi, ben yere düştüm. Kılıç olduğu yerden dışarıya doğru bir bilinmezlikte ilerliyor ve kayboluyordu. Bıraktığı boşluktan ise içeriye yavaş yavaş toprak akıyordu.

Gözümü açtığımda uykudan uyanmış rüyadan kurtulmuş muydum yoksa uykuya dalıp rüyaya mı dalmıştım veyahut devam eden bir uykuda yeni bir rüyaya mı geçiyordum emin olamadım.

Elimde bir şişe şarap, gökyüzünü delip geçen bir porsuk ağacının altında, dünyanın gelmişine geçmişine anlamlar yüklüyordum.  Porsuk ağacı ise * Özdemir Asaf * bağırıyordu;

* Sanırım görmediniz;
Şimdi şuradan geçti.
Yazık görmediyseniz,
Böcek gibi güzeldi. *

Story & Image Copyright: Ö Tahir ÖZGEN

ZAK000.png


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir