ZİHNİMİN ABUK KUŞUNDAN SABUK ÖTÜŞLER – 11

Beyin damarlarımda dolaşan muhteris hücreler sanki isyan ediyormuş dozajında baskılarda bulunurken; şiddeti kelimelerle ölçülemeyecek, ölçüsü henüz bulunmamış bir baş ağrısı ile gözlerimi açmaya çalışıyordum. Zor bela tek gözümü hafif aralayabildim. Hafif bir ışığı fark edebildiğim bir bulanıklıktan ötesini göremiyordum fakat rahatlık konusunda daha önce hiç deneyimlemediğim bir yatağa uzandığımın farkındaydım.

Yumuşak dokunuşlarla bir elin kolumu tuttuğunu hissedebiliyordum. Sanırım kolumda daha önce açmış oldukları damar yolundan, bir şeyler enjekte ediliyordu. O esnada bazı konuşmalar gerçekleştiğini de anlayabiliyordum lakin kulaklarımda yüksek tonda bağıran martı bağırışları ve at koşturmacalarının karışımı sesler dolaştığından; konuşulanlar bozuk bir telefon hoparlöründen boğuk ve dipten geliyor gibiydiler. Haliyle konuşmaları anlamam da mümkün olamıyordu.

Kolumdan vücuduma zerk edilen her ne idiyse beni tekrar uyku durumuna doğru hızla sürüklemişti. Öylesine dingin bir uykuya geçmiştim ki rüya bile görmüş, gördüğüm rüyayı ise unutmamıştım.

Bir bisiklet ile yer altından toprağı delerek yeryüzüne doğru fırlayarak başlamıştı rüyam. Yeryüzünde kendimi bir bahçe içerisinde buluyordum. Bahçedeki bütün çiçekler solmuş ve ölmüş görünüyorlardı. Bahçenin etrafında çözüm arayan toprak sakinleri –çeşitli böcekler, solucanlar, kelebekler ve arılardan oluşuyorlardı– bahçeyi yeniden bahara kavuşturmak için tartışma içerisindeydiler.

Kimileri; “bu solmuş çiçekler bahçede kalmalı ve yeniden canlanmaları beklenmeli, bu kadar zamandır bu bahçeyi canlı tuttular, vefasızlık edilmemeli” diyorlardı.

Kimileri ise; “Bu çiçekler uzun zamandır solmuş durumda ve artık bahçeye faydaları yok, hatta zarar veriyorlar. Yeni çiçeklerin çıkmasını tomurcuklanmasını engelliyorlar. Toprak onlar yüzünden artık verimini kaybetti ve zehirleniyor. Bu bahçeye iyi bir temizlik yapıp, yeni çiçekler ekilmeli.” görüşündeydiler.

Tartışmalar hararetli bir şekilde ilerlerken sonuca ulaşmak pek mümkün görünmüyordu. Artık kendimi devreye sokma ihtiyacı duydum ve ellerimi gökyüzüne kaldırarak seslendim;

“Ah kafam çok acıyor!”

“Merhaba, kafanızın acısı biraz daha devam edebilir ama baş ağrınızı dindirecek bir uyku uyuduğunuzu düşünüyoruz.”

Bu ses rüyamın dışından geliyordu. Ayrıca ben niye rüyamda toprak ahalisine makul mantıklı cümleler kurmak yerine, kafamın acıdığını söylediğimi anlayamamış olsam da; tüm bunlar benim artık uyandığımı ve rüyadan kopuşumu gösteriyordu. Oysa rüyayı tamamlamayı ve bahçenin rengârenk çiçekler ve bitkilerle canlandığını da görmek isterdim. Rüyadan koptuğumu kabullenmemin ardından gözlerimi açtım. Yanı başımda sıcacık ve koskocaman gülümsemesiyle bir hemşire bana bakıyordu. Onu görünce birden kafamın acısı geçmeye başladı fakat sırf bana şefkat ve ilgi göstersin diye; ben yeniden tekrarladım.

“Kafam çok acıyor.”

Karşımda duran ve ölü çiçekleri diriltecek gülüşe ve gözlere sahip hemşire; hızlıca sağ elini havaya kaldırdı ve parmaklarını şıklattı. Bu hareketin arkasından, bulunduğum odada; Adamlar grubunun bir şarkısından bir cümlelik bölüm yankılandı;

“Kameraya gülümseyin en güzel açınızdan, kime ne acınızdan!”

Bu sözlerin hemen bitimiyle beraber, arkasında duran sehpadan bir kamera alan hemşire; yüzüme flaş patlatmalı bir fotoğraf çekmişti. Gözlerimi kamaştıran bu olay sonrası, sorgulama sürecine girmiş bulundum.

  Pardon ama bir dakika; ne yaptığınızı sanıyorsunuz, neden fotoğrafımı çektiniz şimdi?

  Efendim, bu çektiğim fotoğrafınız değil, beyin tomografinizdi.

 Böyle tomografi mi olur, dalga mı geçiyorsunuz? . Hem ben neredeyim ve niçin buradayım? Bana birileri bir açıklamada bulunacak mı?

 Merkezimizde başka hiçbir yerde bulunamayacak teknolojiler mevcut. Aslında bunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Diğer sorularınıza doktorunuz gerekli cevabı verecektir. Bir müddet daha dinlenin lütfen.

Hemşire cevabını verdikten hemen sonra havaya bir öpücük kondurdu ve arkasını dönerek gitti. Havaya bıraktığı öpücük papatyaya dönüşerek yere düşüyordu. Hemen avucumla yakaladım ve kokladım papatyayı. Hiç böylesi huzur kokan bir papatya koklamıştım. Aslında o ana kadar sanırım hiç papatya da koklamamıştım. Kokladığım papatyaya bir göz attım ve yapraklarını tek tek koparıp, içinde bulunduğum sürecin sonunu kestirmeye çalıştım.

“Her şey güzel olacak – olmayacak, olacak – olmayacak, olaca… “

ZAK ayracı.jpg

Henüz saymam bitmemişti ki odaya bir akülü sandalye giriverdi. Papatyayı bir kenara bıraktım ve ayağa kalktım; sandalyeyi kimin getirdiğini anlayabilmek için etrafa bakındım ama kimsecikler yoktu. O sırada, odanın sol uzak köşesinde, hemen pencerenin yanında duran bir etajerin üzerinde bazı gazeteler olduğunu gördüm. Hangi gündeyiz, neler oluyor amacıyla gazetelere göz gezdirmek istedim ve etajerin yanına ilerledim. Gazetelerde tarih olarak beni şaşırtan bir durum yoktu lakin gazetenin üçüncü sayfasında; geçtiğimiz günlerde sabaha doğru bir polis otosu ve kamyonun yaptığı feci kaza haberi dikkatimi celp etmişti. Ayrıca, en arka sayfasında; Amerika’da bir etnik grubun eğlencesi sırasında sıra dışı bazı olaylara şahit olunduğu yazıyor; uzaylıların bu eğlencede görüldüğü ve birden ortadan kaybolduklarına tanık olduklarını iddia eden insanların anlattıkları yer alıyordu. Bu haberi görünce beynimdeki bazı hücreler için iftar topu patlamış oldu.

Son yaşadığım olaylar ve banyoda kendimi yerde bulmuş olmam gözlerimde canlandı. Yerde uzanmış, kafamdan akan kanlara bakarken; yaşadıklarıma olan inancımı yitirmiştim fakat sonrasını hatırlamıyordum. Yine cevaplanması gereken bir dolu soru ve yaşadıklarıma karşı flu bir bilinç akışı yaşıyordum.

İçinde bulunduğum merkezin nerede, hangi merkez olduğunu anlamam gerekiyordu. Odanın iç aydınlatması o kadar iyiydi ki, pencereden güneş ışığı girdiğini düşünüyordum fakat etajerin ve pencerenin hemen yanında ayakta dururken pencerelerin dışında kapalı duran beyaz panjurlar ancak dikkatimi çekmişti.

Öncelikle pencereleri açmaya çalıştım lakin baktığım şeyin aslında pencere olmadığını, sadece sabit bir cam olduğunu anladım. Öyleyse panjurların bir açma mekanizması olmalıydı. Sağa sola bakınırken, duvarda dokunmatik bir ekranla karşılaştım. Ekranı kurcalamaya başladım; heyecanla odanın aydınlatmasını değiştirebildiğimi ve geceye döndürebildiğimi, hatta tavanda göz kırpan yıldızlarla sonsuz gökyüzü temasının bile bulunduğunu keşfettim. Ardından tekrar gün ışığı durumuna ayarladım.

Kurcaladıkça, bu ekranın maharetlerinin bitmediğini görüyordum. Mesela; odayı istediğiniz ortama dönüştürebiliyordunuz. Ekranla oynamak bana çok büyük keyif veriyordu ve hemen odayı bir konser alanına çevirdim. Sanatçı olmadan konser alanı olmasının bir anlamı yoktu tabii ama onu da düşünmüşlerdi. Alt menülerden istediğiniz sanatçı / grup seçimini ve dinlemek istediğiniz şarkıları seçebiliyordunuz. Gözlerimden neşe saçarak; hemen bir Queen konseri organize ediverdim.

“Bohemian Rhapsody” ile zirvede başlayan konser, “Don’t Stop Me Now”ile zirvede bitmişti. Konser boyunca gösterilen performansa seyirciler olarak baştan sona eşlik etmiş olmamıza rağmen kimse yorgunluk belirtisi göstermiyordu. Freddie’yi yendien sahneye çağırmıştık. Kulisten koşa koşa don atlet geri dönmüştü. Seyirci onu sahnede atletle görmeye alışık olsa da bu şekilde ilk defa görüyordu ama bir tek kişi bile yadırgamıyordu. Coşku “Living On My Own” ile son seviyede devam etmişti ve bitiminde; Freddie sahneden annesinin eşliğinde ayrılıyordu. Annesi sahneye gelip; “Yeter artık oğlum çok yoruldu” demiş ve Freddie’nin kulağından tutarak; “Terli terli sahneye yeniden koşma demedim mi ben sana?” söylenmeleri arasında gözden kaybolmuşlardı.

ZAK ayracı.jpg

Konser beni de terletmişti. Ortamı konser alanından yeniden önceki haline döndürmemle birlikte; tavandan robotik kollar uzandı ve üzerimi soyarak terimi silip, kuruttuktan sonra bana yeni kıyafetler giydirdiler. Bunun nasıl olduğunu anlayamamıştım ama sorgulamak yerine tekrar duvardaki dokunmatik ekrana yönelmiştim. O esnada zaten anlayıverdim; ekranda aşırı terlediğime dair bildirimler bulunuyordu. Anlaşılan bu bildirimler oda içerisinde gizlenmiş bazı mekanizmaları devreye sokarak, gerekli işlemlerin yapılması için komutları aktif hale getiriyordu.

Dokunmatik ekranda panjurları açabilecek menülere ulaşmıştım sonunda. Hemen panjurların açılması için gerekli tuşlamaları yaparak, camdan dışarıya baktım. Panjurlar yavaş yavaş kayboldular göz önünden. Dışarıda gördüğüm yer bana konumumu saptayacak bir bilgi vermiyordu ama yine de bir bilgi veriyordu. Çeşitli renklerde, resif ve mercanların arasında rengârenk balıkların yüzdüğüne şahit oluyordum. İçinde bulunduğum merkez; denizin altında bulunuyordu ama hangi deniz ve tam konumu nedir anlayamamıştım haliyle. Hayranlık içerisinde denizin altında akan yaşamı izlerken; arkamdan biri bana doğru seslendi.

“Doktor ile görüşme saatiniz geldi, lütfen oturur musunuz?”

Sesin geldiği yöne doğru göz attım fakat ortalıkta benden başka kimse bulunmuyordu. Bu sesin bir diafondan geldiğini düşündüm ve etajerin üzerine oturdum.

“Lütfen buraya oturur musunuz?” uyarısı geldiğinde, sesin akülü sandalyeden geldiğini anlamıştım. Belli ki sandalyede yapay zekâ ürünlerinin bir parçasıydı.

 Neden oraya oturuyorum peki?

 Efendim sizi doktorun yanına götürmekle görevliyim ben. Oturmazsanız götüremem.

 Ha desene baştan. Ben doktorun buraya geleceğini sandım. Bana yolu tarif etsen ben ayakta da giderim.

 Olmaz efendim, siz şu anda hastasınız.

 Yok ben turp gibiyim. Az önce konserde çılgınca eğlendim hatta.

  Ben bana verilen komutlara uymak zorundayım.

 Tamam tamam, hadi gidelim.

Yapay zekâlı, akülü sandalyeye oturdum ve hareketlendik. Bir akülü sandalyeye göre epeyi hızlı ilerliyorduk. Odadan çıktık, sağa döndük. Upuzun bir koridor karşımızdaydı. Koridor boyunca, kapıları kapalı birçok oda vardı. İçlerinde neler olduğunu merak edip sandalyeye soruyordum fakat içerik hakkında bilgi taşımadığını söylüyordu. Sadece konumlar tanımlıymış kendisinde ve transfer işlemleri için görevliymiş.

Koridorun sonuna gelmeden bir bağlantı koridoruna dönüverdik ve bir asansörün önünde durduk. Asansörün kapıları açıldı ve bindik. Sandalye asansöre sesli bir komut verdi. “18Z3K eksi 5Y”

“Bu nasıl bir kat komutu böyle?” şeklinde mırıldanarak sormaktan kendimi alamadım ama tabii cevap da alamadım. Asansör hareketine başlamıştı. Çok hızlı bir şekilde 18. Kata çıkmıştık, orada asansör kabini değişmiş ve yatay konumda bir miktar ilerledikten sonra 3 kat daha yukarı çıkmıştı. Sonra tekrar başka bir asansör kabininde bulduk kendimizi ve 5 kat aşağı inmiştik. Bu hızlı ve karmaşık hareketler başımı döndürüyordu. İçerisinde bulunduğumuz binanın büyüklüğü ve kompleks yapısını fark edince; istesem de buradan kaçamayacağımı anlamıştım. Belki; bunu hissetmem için doktor odama gelmek yerine benimle kendi odasında görüşüyor diye içimden geçirdim.

Asansör durduktan sonra inmiş ve yine uzun koridorlarda ilerleyerek, çeşitli kesişimlerden dönerek bir odanın önüne gelmiştik. Tam o esnada aklıma odamda saydığım papatya falı düştü. Yarım kalmıştı. Nerede kaldığımı da hatırlamıyordum. Olsun dedim kendi kendime. Eğer kopardığım yapraklar yatağın üzerinde duruyorsa sayımı baştan başlatırım. Yahut o hemşireyi tekrar görmek için bir bahane olabilirdi bu. İstanbul kadar güzel bir hemşireydi ve onunla tekrar bir araya gelmeme bahane olacaksa tüm yaprakları ve papatyayı yok edebilirdim. Ya bana bıraktığı papatyayı ne yaptığımı sorarsa ve yok ettiğimi anlayıp bana bozulursa ne yapardım diye kuruntulanınca; aklıma gelebilen tek bahane; “çünkü çalındı” demek oldu. Böylesi teknik özelliklerle donatılmış bir merkezde, kim nasıl çalar gibi bir şey de sormayacağını ümit ettim.

Ben bu düşünceler içerisinde kaybolmak üzereyken, önünde durduğumuz kapı açıldı. Sandalye beni içeri kadar taşıdıktan sonra; “Doktorla görüşmenizde benim bulunmamam gerekiyor. Lütfen koltuğa geçiniz ve bekleyiniz. Ben sizi dışarıda bekliyor olacağım” diyerek uyarıda bulununca; oturduğum yerden kalktım ve karşımda duran kocaman ve yumuşacık koltuğa oturuverdim.

ZAK ayracı.jpg

Doktoru odada göremiyordum ama koltuk gerçekten çok rahattı ve onu beklerken uzanmaya karar verdim. Koltuğa uzandıktan çok kısa bir süre içerisinde uykuya geçiş yapmıştım ve hemen bir rüyada bulmuştum kendimi.

10 katlı bir apartman uzunluğunda ince bacaklarıyla ilerleyen bir filin üzerinde oturuyordum. Filin bacaklarından yukarı doğru bir maymun ordusu tırmanıyordu. Bu maymunların benden ne isteyeceklerini bilmiyordum ama korkuyordum. Gökyüzünden bir yardım bekliyordum Belki devasa bir leylek, belki de bir ejderha yardım edebilirdi fakat hiçbiri yardıma gelmiyordu. Nihayetinde; maymunlar filin tepesine ulaşmışlar ve beni yakalayarak, kollarımdan tutup çevrelemişlerdi. Diri diri yenmekten çok korkuyordum. Kafamdan bastırarak, dizlerimin üzerine çöktürdüler. “Ne olur bana bir şey yapmayın, ben size ne kötülük ettim?” diye. hemen yalvarmya başlamıştım bile.

İrice bir maymun karşıma dikildi. Kaşları çatıktı ve çok sert bakıyordu. Ben ise en masum bakışlarımı yüzümde dolaştırma gayretindeydim. Birden bire karşıma geçen maymun yüzüme işemeye başladı. Ne olduğunu şaşırmıştım. Etraftaki maymunlar ise kahkahaya benzer çığlıklar atıyorlar ve çok eğleniyorlardı.

“Hey evlat uyan artık” sesleri kulağımda tekrar tekrar yankılanmaya başladı ve maymunların çığlıklarını bastırıyordu. Rüyadan kopmama sebep olan bu ses doktorun sesiydi. Gözlerimi açtığımda elinde bir şişeyle yüzüme su püskürtürken karşılaştım onunla.

Doktor’un yüzünde rahatsız edici bir sırıtış vardı ve sivri uçlu dik bıyıklarıyla çok tanıdık geliyordu. Uzandığım yerden doğruldum.

 Doktor Bey, daha kibar bir uyandırılışı tercih ederdim. Zaten kötü bir rüya görüyordum, siz de rüyayı şekillendirmede katkıda bulundunuz.

 Seni irrite etmeden uyandırmak çok zor, ölü zebralar gibi uyuyorsun.

 Ölü zebra ne alaka doktor?

 Bilmem, ölü zebraları ancak maymun sidiği uyandırır diye bir söz vardır.

 Nerede vardır öyle bir söz acaba, söyleyebilir misiniz lütfen? Hem maymun sidiği derken, siz benim rüyamı nereden anladınız?

 Öyle bir söz nerede mi vardır, şimdi tam da burada vardır ahahaha. Rüyandan ise haberim yok ama bu şişedekini su sanmadın herhalde. Az önce, test için bir maymundan aldığım idrar örneği bu. İstediğimizden biraz fazla işedi, ben de fazlalıkla seni uyandırdım.

 Ne demek oluyor bunlar! Siz nasıl bir doktorsunuz böyle! Derhal bana yüzümü yıkayacağım bir yer gösterin.

 Sakin ol ve otur oturduğun yere. Temizlik ekipleri şimdi devreye girerler.

Cümlesini bitirmesiyle, yukarıdan robotik kollar iniverdi. Yüzüme ve üzerime bolca buhar püskürtüp, havlularla kurutulduktan sonra mekanizma geri çekildi.

 Özel bir buhar temizliği bu, normalde su ile olamayacağın kadar temiz oldun için rahat olsun. Şimdi sana gelelim. Nasıl hissediyorsun?

 Doktor bir dakika ama seni tanıyorum ben. Sen doktor falan değilsin! Sen Salvador Dali’sin!

 Evet doğru bildin, ta kendisiyim ama aynı zamanda bu merkezin doktoru da benim. En azından senin durumun konusunda bir uzmanlığım var diyebiliriz.

 Ne yani, kafamı yere çarpmıştım en son. Bu konuda nasıl bir uzmanlığın var. Sen ressam değil misin?

 Kafanı yere çarpman küçük bir hadise. Yani o kadar küçük değil tabii ama o konuda en azından fiziksel müdahaleleri robot doktorlarımız yaptı. Hatta en son hemşirenin çektiği beyin tomografinin çözümlemesi bile geldi bana. Beynin son hadisede biraz zorlanmış. Yani zorlanmış derken, aşırı bir yükleme olmuş. Beynindeki çip gelişim konusunda çok arzulu gidiyor. Biraz bizim çocukların da suçu var. Sana anlatmamaları gereken şeyleri anlatınca, beynin de coşkulanmış. Çip ve beyin her şeyi gerçekleştirmek için kendilerini fazlasıyla zorlamışlar özetle. Neyse ki her şey yoluna girecek görünüyor ama bir süre çip ve beyin mekanizması dinlenmeye çekilebilir. Sadece normal beyinsel faaliyetlerin devam edecektir. Lütfen sen de zorlamaya kalkma. Bütün bunlar benim konum değil, ben daha çok bu yaşadıklarından dolayı zaman zaman normal olmayan davranışlar gösteriyor olabilirsin diye seninle konuşmak üzere buradayım. Yani zaman zaman deli muamelesi görebilirsin. Sana tuhafmışsın gibi davranabilirler. İşte ben de bu konuda pek deneyimliyim; seni o anlamda normal yaşamın konusunda rehabilite edeceğim.

 Bu çip konusunu konuşmak istemiyorum bir süre. Ayrıca ben normal yaşamımda gayet normal davranışlar sergiliyorum. Öyle olmasa bile, insanların deli muamelesi yapıp yapmaması da beni ilgilendirmiyor. Bu konuyu çok önemsemiyorum.

 Bütün kapıları suratıma kapıyorsun demek. Yine kendi içinde yaşamak istiyorsun tüm sıkıntılarını ya da delirmelerini. Nedense dışarıdan gözlemlenmek hoşuna gitmiyor.

 Gitmiyor evet. Kendime ait bir dünyam var benim içeride. Bu dünyayı kimseye kabul ettirmeye uğraşacak enerjim ise hiç yok.

 Ama sıkıntı şu ki, sen yarı Ortadoğu ülkesinde yaşıyorsun. Yani bu içindeki dünyaya ayıracağın vakti bulamıyorsun ve huzursuz oluyorsun.

 Ortadoğu ülkesi olmakla ne ilgisi olabilir bunun?

 Ortadoğu ülkelerinde insanların yalnızlık hakkı yoktur. Birey olmanın önemi de yoktur. Kalabalık aileler ve kalabalık eş, dost ahbap çevresi vardır. Tek başına kalmana müsaade edilmez. Bu sebeple de sosyal insan olarak çok başarılı insanlarınız olabilse de, diğer alanlarda başarıyı yakalayanınız azdır. Çünkü başarı öncelikle yalnız kalabilmeyi gerektirir. Düşünsene ben mesela devamlı aile efradı ve eş dost ile vakit geçirmek zorunda olsaydım, resim yapmaya ve resmimi geliştirmeye nasıl vakit ayırabilirdim? Ya da Einstein devamlı etrafında birileri ile çene çalarak mı bilime damgasını vuracaktı? Kalabalık içerisinde rahat düşünemezsin, bireysel çalışma yapamaz ve üretemezsin. Yalnız kalma isteğin sizin oralarda insanlar tarafından hor görülür. Onlara sanki değer vermiyormuşsun gibi alınganlık yaparlar. Israrcıdırlar.

 Sana katılmıyorum. Doğru gibi görünen hatalı tahliller yapıyorsun. Ya da belki haklısındır ama haksız olduğun noktalar da var. Ayrıca ben iç dünyamı yanımda taşıyorum. Bulunduğum ortamdan kopup, o dünyada seyre dalabiliyorum.

 Tamam bu konuda karşılıklı biraz daha düşünebiliriz ve zamanı gelince yeni tahlillerimizi yaparak tartışırız. Son söylediğin ise çok önemli; bulunduğum ortamdan kopabiliyorum diyorsun. İşte bu seni normal tanımlamasının dışına, tuhaf – garip belki de deli sınıfına sokmaları için bile yeterli bir durum.

 O şekilde tanımlamalar yapılıyor mu hakkımda, bilmiyorum. Kulağıma geldi sayılmaz en azından. Hem yapıyorlarsa da belki de haklıdırlar. Sonuçta tüm bu yaşadığımı düşündüğüm şeylere bakınca, hatta şu anda seninle yaptığım diyalog da buna dahil, çok da normal tanımlamasını hak etmiyor olabilirim.

 Normal diye bir şey yoktur! Öncelikle bunu aklından çıkarma. İnsan beyni vardır ve bu beynin sınırlanması vardır. Asırlardır dünyayı ve insanları şekillendiren Sigma beyinler var. İnsanların büyük çoğunluğu dünyayı onların istediği gibi algılıyorlar ve o şekilde yaşıyorlar. İnsanların beyinlerine hükmedebiliyorlar ve onların dayattığı bir yaşam ve düşünme biçimiyle şekilleniyor dünya. Çok güçlü beyinler bunlar ve çoğalıyorlar. Çoğaldıkça güçleniyorlar ve etki altına aldıkları insan beyinleri sayesinde kontrolü kaybetmiyorlar. İnsanlar bu durumdan tamamen habersiz ve bu dayatmayı fiziki olarak algılama şansları yok. Bu yıllar önce bazı Omega beyinler tarafından tespit edildi ve bununla mücadele etmek üzere çalışmalara başlandı.

 İyi ama Stanislaw Lem bana Mutlak Kötüler ve İyiler’den bahsetmişti. Yani Mutlak İyiler’i oluşturma yolunda olan İyiler. Şimdi burada senin bahsettiğin Sigma beyinler; Mutlak Kötüler’e ve Omega Beyinler; İyiler’e mi denk geliyor?

 Bravo! Tam olarak doğru anlamışsın.

 Peki ben nasıl bulaştım bu işlere? Lem’in dediğine göre bir çip üretildi ve çip beni seçmişti ama niye beni seçer ki? Hem çip nasıl bir seçim yapabilir ki?

 Sana bu çip’in bazı gerçek beyin parçalarından oluştuğunu da söylemiştir herhalde. İşte o beyin parçaları, omega beyinlerden toplanan parçalardı ve en uyumlu beyni bulabilmeye odaklanmışlardı. Aslında, omega beyinler’in senden haberi yoktu bile. Herkes bu konuda Isaac Newton üzerinde ortak görüş bildirmişti, ama Newton’da çip entegrasyonu tam olarak başarılı olamadı. Newton çip’in seni işaret ettiğini söyledi ve çip’in kendisinden alınmasını istedi. Tam entegre olamadığı için, çip’i geri almak çok kolay oldu.Sonrasında doğru kişinin sen olup olmadığını anlamamız için Kibir söken Meleklerini sana gönderdik. Orada bir kontrolden geçtin aslında. Kontrol sonucu elde edilen veriler herkes tarafından büyük heyecanla karşılandı ve doğru seçimin sen olduğuna karar verildi. Sonrasında Newton bu bayrağı bizzat sana teslim edecek bir merasim düzenlemişti.

 Evet, hatırlıyorum. En sonunda deniz kabuğu toplayarak sevineceğini söyleyerek çekip gitmişti. O gidince kendimi çok savunmasız hissetmiştim.

 Tamam,işte bu olayların hepsi yaşandı. Daha sonra çip’in sana ulaştığı zamana kadar da seni hazırlamak için bazı olaylar düzenlendi. Seni Einstein ile tanıştırma fasılları. Tolkien’in seni bir savaş hazırlığı için uyarı yapması.

 Doğru, Tolkien’i unutmuştum. Neden bir daha hiç gelmedi ki? Neyse ama Tolkien de kafam çok karışmıştı. Öldüm sanmıştım. Kendi ölüm törenimi hissettim.

 Orada aslında bir nevi ölmüştün zaten. O güne kadar var olduğun kişi adına bir törendi o. Artık savaş mesajını almış yeni bir doğum başlıyordu.

 Her yeni olay beni daha çok şaşırtıyor. Gerçek ya da değil ama tüm bunlar çok net ruhuma da yansıyor. Ben bu dünyanın insanıyım. Omega beyinlerin tüm dünyayı değiştirebilmesi için bu mücadeleye ne olursa olsun inanmak istiyorum ama şu anda çok halsiz hissediyorum kendimi. Gözlerim kararmaya başladı.

 Tamam sakin ol, uzan şuraya. Bu tarz şeyler olabilir, bir müddet daha dinlenmen gerekiyor ama artık bizim müşahedemize ihtiyacın yok. Seni evine göndereceğiz. Sen de kendini zorlama.

ZAK ayracı.jpg

Uzandığım yerden beni bir robot kucağına aldı ve akülü sandalyeye oturttu. Sandalye beni asansörler’in de yardımıyla binanın en alt katında bir bölüme götürdü. Burada yüzgeçleri olan bembeyaz güzel atlar bulunuyordu. Başka bir robot beni bu atlardan birine bindirdi ve atın kulağına bir şeyler fısıldadı. At kişneyerek nallarını yere vurdu ve tam önünde açılan kapıdan uzun bir tünele giriverdi. Tünelin sonunda denize ulaşmıştık. Denizin için hızla ilerliyorduk. Öyle bir yere ulaştık ki, yukarıda ışık görünmüyordu, üzerimizde sanki toprak vardı ama at hızla yukarıya doğru ilerliyordu. Ulaştığımız yüksek hızdan etrafı algılayamıyordum. Birden bir çarpışma sesiyle kendimi yeryüzünde havadan toprağa düşerken buldum. At ise görünmüyordu. Düşmek üzere olduğum yer evimizin olduğu apartmanın bahçesiydi. Bahçede bir çukur oluşmuştu, bunu düşerken görebiliyordum ve muhtemelen bu çukurdan yukarı fırlatılmıştım at efendi tarafından. Tam da o çukura düşüverdim. Canım acıyordu ama fiziksel bir hasarım yok gibiydi. Sadece bahçedeki çiçekler solmuş ve üstüm başım çamur içerisindeydi.

Ayağa kalktım, çevreye bakındım. Neyse ki kimsecikler görmemişti. Hemen koşa koşa eve çıktım. Karım evdeydi ve beni görünce şaşırmıştı.

 Adam ne hale gelmişsin böyle. Sen ne ara çıktın ya? Daha yeni kafanı vurdun yaraladın, doktor sana kalkma birkaç gün istirahat et yat demedi mi?

 Ehe öyle mi dedi… dedi ya… ama ben çok sıkıldım uzanmaktan. Bahçelerde gezerken çukura düştüm. Hep çamur oldu her yerim. Ah belim de ağrıyormuş. Aman aman ya belim çok feci.

 Yetti ama senin bu düşmelerin. Sus yakınma bir de. Kendi düşen ağlamaz demişler.

 Bak onu diyeni bir bulsam döverim ben. Nedenmiş o öyle? Kendi düşen de ağlayabilmeli. Kim bir insanın elinden ağlamak gibi bir hakkı alabilir ki?

 Tamam be adam senin dediğin olsun. Çıkar şu üstünü de yat uzan.


Story & Image Copyright: OTahirZGN

ZAK000.png

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir