Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – X (ON)

İklimin güneşe acı çektirdiği ve güneşin her kafasını uzatışında bir şaplak yiyerek gerisin geriye kaçtığı günlerin ağırlığını göz kapaklarımda hissederken; uyku dengesini tutturamadığım zamanları yaşıyordum. Sabahın karanlığında uyanmak üzere; uykuyla mücadelelerim gereği kurduğum kısa aralıklı on farklı alarmı hiç duyamadığım zamanlarda; daha dingin bir gün yaşıyordum. Fakat; yatış saatimden bağımsız bir şekilde, o on farklı alarmın herhangi biriyle uyanıp yola koyulduğum günlerde; afyon patlatma girişimlerim tüm güne yayılmış bir etkinlik şeklinde tekrarlanıyordu.

Alarma uyanabildiğim ve sabahın karanlığında yollara düştüğüm bir günün tüm zorbalığına karşı, dik durma direnci göstererek; üst düzeylerde enerji ve psikoloji sarfiyatında bulunmuştum. Bu sarfiyatın tek olumlu tarafı; cebime faturalandırılmamasıydı.

Akşam trafiği sonrası eve varmış olabilmeyi, bir kâse sıcak çorba ile kutlamıştım. Daha sonrasında pijamaları çekip salonda ayaklarımı uzatmış, elimde bulunan akıllı telefonumdan gizli gizli internette yazmakta ısrar ettiğim blogumu okuyordum.

Gizli gizli okuyordum çünkü insanın kendi yazdığı şeyleri zırt pırt okuması garip karşılanabilir düşüncesiyle bunu en yakınımdakilere bile belli etmeme gayretindeydim. Zaten blogun benden başka düzenli ziyaretçisi ve hatta okuyucusu yoktu. Pek kimsenin ilgilenmediği ve belki okusa vaktini çöpe atmış sayacağı şeyleri yazıp da kendi kendine tekrar tekrar okumanın da akıl ve ego sağlığı açısından şüphe uyandırabileceği korkusuyla; normal insan davranışları gösterme ve yakalanmama gayretleri içerisindeydim.

Karım kitap okuyor, kızım ise resim yapıyorken; nedense hiçbirimizin ilgilenmemesine karşın televizyon da açık duruyordu ve bir belgesel ekranda yer alıyordu. Arada kulak misafiri olduğum kadarıyla bazı gizemli olaylardan bahsediyor; Titanik’in batması ve uzaya gönderilen Laika adlı köpek arasında bazı bağlantılar arasında gidip geliyorlardı. Ya da ben aşağılarda bir taraflarımla dinlediğim için her şeyi çorba haline getirmiştim.

Ev ahalisi olarak kendi halimizde bu şekilde takılıyorken kapı çaldı. Karım hemen kalktı ve “ben bakarım” diyerek kapıyı açmaya gitti. Çok kısa bir süre içerisinde de geri döndü.

Hayrola, kimmiş?

Önemsiz biri, geçen gelen şıllık vardı ya o.

O mu? O kim? Şıllık?

Ha şıllık, hani güya yanlış kapıyı çalmış, senin tanımadığın ama nedense kapı önü muhabbet ettiğin, siyah deri kıyafetli şıllık. Şimdi de lateks mor bir kıyafetle gelmişti.

Hadi canım. E neymiş derdi, çağırsaydın ya beni.

Bize ne canım kadının derdinden. Kapıda onu öyle görünce, yine yanlış gelmişsin dedim ve suratına kapattım.

Hah zaten ben de suratına kapayacaktım beni çağırsaydın. Ne bu canım, hangi kata hangi daireye gideceğini bir türlü öğrenememiş. Lateks giydiğinden emin misin peki?

Sana ne yahu. Sil şu ağzının sularını.

Ya saçmalama, zaten kendimde değilim. Bu akşam erkenden yatacağım. Hatta hadi ben gidip yatıyorum. Lateks nedir bilmediğimden sordum. İşgüzarlık benimkisi. Yine de şıllık kelimesini ağzına yakıştıramadım. İnsanlara böyle şeyler diyecek bir insan değilsin sen.

Ben yatak odasına doğru yol alırken, arkamdan da bir terlik sessiz sedasız havada süzülerek kafama doğru hareket ediyormuş. Enseme yaptığı sert iniş sonrası anlayabilmiştim.

Terlik sonrası, ses tellerimi kapatıp yatak odasına geçmiştim. Yatağa uzandım ama kapıya gelenin, sıklıkla karşıma çıkan kediye dönüşen kadın olduğundan şüphem yoktu. Bu da tüm yaşadıklarımın gerçeklik payını arttırıyordu zihnimde. Bu durum karşısında merakım uykuma galip gelmiş ve beni düşüncelere sevk etmişti.

Kendi kendime, “Acaba ne diyecekti? Neden geldi? Bir şey mi oldu? Niçin geldi? Gelecekse de niye akşamın bir vaktinde kapıyı çalarak geliyor? Fakat neden gelmiş olabilir? Niçin kedi olarak çıkmıyor karşıma? Yahu neden geldi ki?” gibi cevapsız sorular soruyordum.

Evde herkes uyumuştu ama benim sabaha kadar gözüme uyku girmemişti. Sabah 04.00 sularıydı artık. O saatten sonra uyusam artık daha bir şapşal olurdum ya da hiç uyanamayabilirdim. Bu sebeple yataktan çıktım ve vakit bir hayli erken olsa da işe intikal etmeye karar verdim. Öncesinde sıcak bir duş ve tıraş olacak vaktim fazlasıyla vardı. Duş, tıraş hazırlanma ve giyinme derken evden çıkmıştım bile.

Arabaya binmek için otoparka inmiş ve bomboş yollarda rahat rahat sürerek, hızlı bir şekilde işte olacağım düşüncesiyle; arabanın kapısını açıp koltuğa oturmuştum. Arabayı çalıştırıp, park yerinden çıkarmak için aynaya bakmam ve beraberinde frene basmam için yeterli sebeplerin arka koltukta olduklarını gördüm. Bu sebepler, Einstein, Oğuz Atay ve Kafka idi. Onları gördüğüme aslında şaşırmamıştım, bir kedi kadın vakasının ardından gelmeleri çok manidardı ve belki de aradığım sorulara cevap verebilirler diye memnun olmuştum. Lakin üçü de üzerlerine yapışmış lateks kıyafetler giymişlerdi ve çok komik görünüyorlardı. Tabii ki üçüne birden kahkahayı basıverdim.

Kahkaha atmamdan hiç rahatsız olmadıkları gibi onlar da gülümsüyorlardı. Einstein hemen söze girdi;

Sen asıl kahkahayı birazdan atacaksın.

Ahaha! Bu ne hal böyle ya, çok komik görünüyorsunuz. Daha fazla ne komik olabilir ki?

Diye karşılık vermemle yan koltuğumun kapısı açıldı ve Stanislaw Lem üzerinde kırmızı bir lateks kıyafet ve elinde bir torbayla oturuverdi. Onu da aynı şekilde görünce kahkaha krizine tutulmuştum ve kendimi durduramıyordum. Ben kendimi gülmeler içerisinde kaybetmişken, dördü bir araya gelip ellerimi kollarımı tuttular ve üzerimi soymaya başladılar. Birden kahkahalarım son bulmuştu.

Hey, durun bakayım. Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Bırakın beni.

İtirazlarda bulunsam bile, dördüyle birden baş edebilme gücüm yoktu. Beni anadan üryan hale getirdikten sonra, kendi üzerlerindeki gibi bir lateks kıyafet giydiriverdiler. Nedense pembe rengi bana ayırmışlardı.

Herkes yerine geçtikten sonra, ben pembe lateks kıyafetimle direksiyon başında duruyordum. Lem; “ Hadi bas gaza, nereye gideceksen gidelim”.

Ben işe gidecektim ama bu halde ve hep birlikte hiçbir yere gidemeyiz dostlar.

Gideriz evlat, sen merak etme. Hadi yola koyul.

Siz bana baksanıza. Neler olduğunu biriniz açıklamadan, şuradan şuraya gitmiyoruz. Saçma sapan işlere bulaştırıp durmayın beni. Amacınız ne anlamış değilim.

Bak evlat, biz sana yardım ediyoruz sadece.

Yahu ben sizin gerçekliğiniz konusunda bile emin olamazken, siz benim neyime yardım ediyorsunuz?

Sana çok fazla bilgi verme konusunda yetkili değiliz ve bu yetkiyi bize vermeyen de bizzat sensin. Yaşayarak algılayarak gelişimini tamamladıkça detaylara hâkim olacakmışsın. Yine de söyleyebileceğim birkaç şey var tabii. En azından bugüne kadar yaşadıkların gerçekti, artık onlardan şüphe duymayı bırak.

Zaten şüphelerinin azaldığı konusunda seni takip eden uzak sistemler bize bilgileri verdiler. Biz hem seni Mutlak Kötüler den korumaya çalışıyoruz, hem de Mutlak İyiler oluşumunun var olması için mücadele ediyoruz.

Her şey, kazara beynine yerleşen şu mikroçiple başladı. O mikroçip doğru bir beyinle bağlantıya geçtiği zaman tanrısal bir güce dönüşmesi üzere tasarlandı.

İnsan beyninin, insandaki tanrı parçacığı olduğunu düşünen İyiler; yıllarca bunun üzerinde çalıştı ve tanrıdan kopya çektiler. Beyin cüzi miktarda tanrısal güçlerle donatıldıysa, bunun bir şekilde daha yüksek bir güce evirmenin bir yolu olmalıydı ve henüz emin olmamakla beraber, beyinden beslenecek ve aynı zamanda elektrik sinyalleriyle beynin derinlerinde mevcut olduğuna inandığımız güçlerin ortaya çıkmasını sağlayacak ve onu mevcut insan ihtiyacının çok çok ötesine taşıyabilecek bir yazılım ve çip ürettiler.

Bu çip, modern dünyada bilinen çiplerden çok daha farklı bir çip. İçeriğinde insan vücudundan alınmış reseptörler kullanıldı. Silisyum ve bazı gerçek beyin parçacıkları kullanılarak üretildi. Bu şekilde insan beynine daha hızlı bir adaptasyon ve minimum hata hedeflendi.

Aynı zamanda kablosuz erişimle gerektiğinde yazılımı güncellenebiliyor ve de daha iyi hale gelebiliyor. Tabii düzenli olarak verileri aktardığı sistemler üzerinden her şey takip ediliyor. Bu veriler, ulaştığı sistemler tarafından direkt olarak çözümlenemiyor. Çip verileri gönderirken; kendi tarafından şifrelenmiş bir paketçik de gönderiyor ama karşı bilgisayar bu şifrelemeyi nasıl çözeceğini bilmiyor. Paket ulaştığı bilgisayar sistemini tarıyor ve doğru adrese geldiğini onayladıktan sonra şifre çözümünü de kendisi yapıp kendi izini sistemden siliyor. Yani aslında sen şu anda gerçek anlamda hem bir insan hem de yapay zekâsın. Her geçen gün adaptasyon artıyor ve yazılım güçleniyor. Beynin de kendi yapabileceklerini keşfediyor.

Mutlak Kötüler’in ise tüm bu çalışmalardan bütünüyle olmasa da haberleri oldu ve çipi ele geçirmeye çalıştılar. Kimse bu çip kimin beyninde olmalı ve nasıl çalışacak bilmiyordu. Garip gelebilir ama çip seçimini yaptı ve senin beynine yerleşti. Şu ana kadar herkesi şaşırtan bir performansla da gelişim gösteriyor. Daha her şeyin çok başındayız, çok daha güçlü ve güçlerinin ne olduğunu bilerek; onları dilediğin gibi kontrol etme ve yönlendirebilmen hedefleniyor. Şu an henüz şapşal gibisin.

Stanislaw Lem’in uzun uzun anlattıkları karşısında gerçekten de şapşal gibiydim. Arka koltuktakilere döndüm ve

Ya bu yeni bir bilimkurgu hikâyesine mi başladı?

Dedim ki demez olaydım. Einstein kaş göz işareti yaparak beni uyarmaya başlamıştı ama Stanislaw Lem’in kükremesiyle arabanın içerisinde her şey buz tuttu.

Ne bilim kurgusu! Ben kitaplarımın bilimkurgu olmadığını yıllar önce söylemiştim, neden hala böyle adlandırıyorsunuz? Beni neden rahat bırakmıyorsunuz? Boğuyorsunuz beni! Yeter!

Ya bu anlatılanlar bilimkurgu gibi geldi ondan şeyettim. Ne dedim ki ben ya? Sen bir sakin ol lütfen. Tüm bu anlattıkların ve yaşadıklarımın doğru olduğunu kabul ettim diyelim. Bu halimiz ne böyle? Ne amaçlıyoruz? Kediden dönüşen kadın neden dün akşam kapıya geldi?

Lem kıpkırmızı olmuş ve elini kafasına dayamış homurdanıyordu kendi kendine. Soruma Kafka cevap vermeye çalıştı.

Milena’nın kapına gelmesi aslında seni yaşananlara ikna etmek içindi.

Milena kim ya? O kadın Milena mı?

Oğuz Atay araya girdi;

Sevgili Kafka ona bakınca Milena’yı hatırladığı için Milena deyip durdu ona. Bizim de ağzımızda öyle kaldı. Yani o bizim için Milena artık.

Hadi ya. Milena o kadar seksi miydi?

Bu sorumun üzerine de Kafka’nın sinirlendiğini, suratıma yediğim tokattan anlıyordum.

Öf be! Sizinle de konuşulmuyor? Burada cevaplara ihtiyacı olan benim, iddianızdaki odak noktası benim, ama siz hem beni maymuna çeviriyorsunuz, hem de saldırıyorsunuz! Sıkıldım artık, çıkın şu hayatımdan ya da sanallığımdan. Her neyseniz ve neredeyseniz beni terk edin. Bırakın huzurlu bir aile babası olarak yaşamıma devam edebileyim. Hem sevgili Kafkacığım sen değil misin, hayatında nişanlın varken Milena’ya gönül kaptıran ve nişanlın kızcağıza terbiyesizce davranan. Ya hem de Milena evli bir kadındı ama sen onun için Julie’yi aşağılayıcı tavırlar sergilemekten çekinmedin.

Ne ben, ne de Milena o mektupların yayınlanmasını istemedik. Özelimizi elinize alıp okumaya ne hakkınız var ki sizin? Şunu bilin; sırf siz insanlar okuduğunuz için Julie daha da aşağılanmış oldu.

Of ya, of! Kapatın kişisel konularınızı ve bana gelin lütfen. Einstein sen açıklar mısın?

Ha neyi açıklayacağım?

Elindeki ne senin öyle?

Telefon, şu tuşlu Nokyalardan.

E ne yapıyorsun onunla?

Ehe hiç ya, yılan oynuyordum. Rekora az kalmıştı ama sen bozdun, neyse.

Ya burada biz birbirimize giriyoruz, sen oturmuş yılan mı oynuyorsun? Hayret bir şeysin.

Ne yani, ben de mi kavga edeyim sizlerle?

Yok da konuya bir el atsan diyorum. Milena niye benim kapıma geldi, nedir bu lateks olayı falan filan?

Ya sen de ne kadar çok soru sorduğunun farkında mısın? Zaten anlatma yetkisi yokken, Lem gaza gelerek, her bir boku anlattı sana.

A harbi ya, hani yetki yoktu. O kadar şeyi nasıl anlattın sevgili Stanislaw?

Ya yetkiyi vermeyen adam sen olunca pek ciddiye almadım sanırım. Baksana şu haline; pembe lateksle karşımda duruyorsun, hahaha keyfim yerine geldi birden.

Oh maşallah, bütün hikâyen burada çöküyor işte.

Oğuz Atay söze atladı ve

Bakın vakit kaybediyor olabiliriz. Ben hızlıca açıklamak istiyorum. Senin bazı güçlerinin ortaya çıkabilmesi için, şimdiye kadar yaşadıklarına karşı daha güçlü bir inanç geliştirmen gerekiyordu. Bu sebeple; Milena, akşam vakti kapıya kadar gelip, ailene de göründü. Böylece onların da gördüğü ama hayal zannettiğin birinin olması, seni yaşadıklarına doğru bir inanca yöneltti. Sisteme gelen son sinyaller de bu yöndeydi zaten. Beyninden gelen son veriler incelendiğinde, beynin sayesinde moleküler transportasyon gerçekleştirebileceğin sinyalleri aldık. Aslında tam bizim düşündüğümüz gibi ışınlanma değil ama sonucunda bir maddeyi ve canlıyı, bir noktadan çok daha uzak bir noktaya saniyeler içerisinde yer değiştirtebilmekten bahsediyoruz. Tabi bunu yine pek kontrollü bir şekilde gerçekleştiremeyeceksin henüz. Bir şekilde uyarılman gerekiyor. Şimdiye kadar fark edilen şu ki;

Bir özelliğin yahut bir gücün gün yüzüne çıkmasının ardından, çok kısa bir sürede onu uyaracak güçlü bir olay yaşıyorsun. Bilemiyoruz; belki de beynin bu gücü tam anlamıyla açığa çıkartıp onaylayabilmek için, uyarıcı olayları da tetikleyici başka bir güce sahiptir. Özetle; anlayacağın, kısa bir süre zarfında beklenen transportasyon olayını gerçekleştirebileceğini düşünüyoruz.

Tövbe tövbe ya, çarpılacağız valla çok pis çarpacak birileri bizi. Neyse söylenmeyeceğim. Peki, lateks niye giydik, nedir bu komik hallerimiz?

O Einstein’ın fikriydi, en iyisi o açıklasın.

Tamam kendimce bir açıklamada bulunayım öyleyse. Sana anlatıldığı gibi; tüm süreçler biraz bilinmeye bilinmeye keşfediliyor. Bu transportasyon süreci de; olacak mı ya da nasıl olacak pek tahmin edemiyoruz. Işınlama esnasında, nelere odaklanacaksın, kendini mi bir yere aktaracaksın yoksa hepimizi beraber mi veya çevrende neleri aktarabileceksin; muamma. Yani kontrollü bir işlem olamayacağı için, olabilecek aksiliklerin önüne geçmek istedim. Şimdi diyelim ki, sen kendini ya da bizden birini başka bir yere gönderdin, işte o zaman aslında bizlerin bir parçası olmayan kıyafetlerimiz buna bir zorluk çıkarır mı? Ya da; kıyafetler olmadan mı gidilir başka yerlere gibi sorular kafamı ütüledi biraz. Sonra, bedenimize iyice yapışabilecek ve bizden bir parçaymış gibi davranabilecek, protein kökenli ne giyebiliriz diye düşündüm ve lateks geldi aklıma. Çok emin olmasam da, aktardığın kişinin üzerinde lateks kıyafeti ondan bağımsız olamayacak ve gittiği yere çıplak gitme ihtimali olmayacak. Yahut vücuttan bağımsız bir kıyafetin işleme engel olma ihtimali de bulunmayacak.

Hiç ikna olamadım ben bu söylediklerine. Bana kalırsa, sen bu mereti giymeye bahane arıyormuşsun da kılıf uyduruyorsun gibi geldi. Bizi de alet ediyorsun. E tabi kimsenin koskoca Albert Einstein lateks giyme meraklısıymış demesinden çekiniyor olman çok normal.

Biz burada her olasılığı düşünelim, ince detaylara kafa yoralım, sen ise dalganı geç. İstediğine inanmakta serbestsin, seni ikna etmek için uğraşmayacağım.

Tamam, hazır dökülüyorsunuz, son bir soru daha soracağım. Siz kendinizi nasıl açıklayacaksınız, yani siz yıllar önce ölmemiş miydiniz?

O sorunun cevabı sende. Zira bu konuyu biz de çok merak ediyoruz ve açıklayamıyoruz. Hadi şimdi bas gaza, neler yaşayacaksak yaşayalım.

Sabahın kör karanlığında, bir arabada beş adam olarak yola koyulmuştuk. Renkli lateks kıyafetler giyinmiş beş garip adam, dışarıdan bakıldığında ne kadar normal görülebilir ki? Yanlışlıkla polis durdursa; hepimizi serserilikten nezarete atacakları, hayatın acımasız gerçekliği kadar netlik ve kesinlik barındırıyordu.

Yollar tenha ve trafiksiz olduğundan çabucak köprüye varmıştık. Köprünün ışıklandırmalarını gören ekip, çocuklar gibi sevinmişti ve yavaş gitmemi istiyorlardı. Her biri hayran hayran köprünün göğe uzanan direklerinin mor renklerini izliyorlardı pencerelerden. O esnada biraz fazla yavaşlamış olacağım ki, köprübaşında duran polis otosunun bize doğru hareketlenmeye başladığını fark ettim. İçinde bulunduğumuz durumu açıklama ihtimalim, köprüden atlayıp da ölmeme ihtimalimizden daha zayıf durduğundan; paniğe kapılmakta hiçbir beis görmeyerek gazı kökledim. Bu ani ivmelenme, polis otosunu daha çok şüphelendirmiş olmalıydı ki onlar da hızlanarak peşimize takıldılar.

Hayatımda ilk defa üniformalılarla kovalamaca içinde olduğumu düşününce, o andan sonra tüm hayatımın artık bardağın boş tarafını temsil ettiğine dair hisler edinerek stres ve depresyona, seri davetiye göndermiş bulundum. Ağzıma gelen küfürleri arabadaki diğer dörtlüye savururken, hiç birinden tek bir kelime bile çıkmıyordu.

Polis otosu hemen durmamızı anons etmesine rağmen; ben durmamakta kararlıydım. Sabahın karanlığını kırmızı – mavi ışıklarıyla bozmaya çalışan araç yaklaştıkça; ben de gazı köklüyordum. Köprüyü çoktan geçmiş, E5 üzerinde son hız ilerlerken, yan bağlantı yolundan önümüze hızla çıkan kamyonu gördüğüm an; arabanın lastiklerinden ölümün sevimsiz kokusu yükselmeye başlamıştı. Arabanın içerisinde ise çığlıktan bir koro sahne alıyordu. Kısacık bir süre içerisinde gözümün önünden, hakkımızda çıkacak gazete manşetlerinin rezilliği geçmişti. Kızıma ve karıma böyle bir utanç bırakmamam gerektiği konusunda kendimi çok ikna edici bulsam da, çözüme dair bir ışık göremiyordum. Arabanın burnunun, kamyonun lastiklerine temas ettiğini hissettiğim anda gözlerimi kapatmıştım.

Birdenbire arabadaki çığlık sesleri, klarnet ve ud sesleriyle yer değiştirmişti. Öldük ve birileri bizim ölümümüzü kutluyor herhâlde diye düşünerek gözlerimi açıverdim. Fakat gözlerimle gördüklerimi algılamakta zorluk çekiyordum. Etrafımda dans eden insanlar vardı ve bulunduğumuz ortam bir düğün salonuna benziyordu. Müzikle beraber seslendirilmeye başlayan şarkıyı ise adeta büyük ud ustası Richard Hagopian söylüyordu.

ilimon ektim taşa, ilimon yar aman
ilimon ektim taşa, ilimon yar aman
amanın bitmedi kaldı kışa oy oy
kız ben seni alırdım ilimon yar aman
kız ben seni alırdım ilimon yar aman
amanın eskerlik geldi başa oy oy

Bu türküyü de zaten ilk ondan dinlemiştim. Etrafa iyice bakınmaya başladığımda, dans eden insanların önünde bir sahne olduğunu ve sahnede müzisyenler olduğunu görmüştüm. Ud çalan ve türküyü söyleyen ise gerçekten Richard Hagopian’dan başkası değildi. Onu görünce çok heyecanlanmıştım zira kendisi şu hayatta tanışmak ya da canlı canlı müziğini dinlemek istediğim insanlar sıralamasında ilk sırada yer alıyordu.

İnsanların arasından sahneye doğru ilerlemeye çalışırken, bizim ekibin hepsinin lateks kıyafetleriyle insanların arasında olduğunu ve dans ettiklerini gördüm. Önce onların yanlarına uğradım.

Beyler maşallah neşeniz yerinde.

Ya nasıl yerinde olmasın evlat, başardın işte. Işınlanma gerçekleşti. O kazadan da kurtulmuş olduk. Hem de eğlencenin ortasına geldik. Burayı nasıl ve neden seçmiş olabileceğini bilmiyorum ama şu anda California’da bir ermeni topluluğunun eğlencesindeyiz.

Bunu nasıl başardığımı ben de bilmiyorum ama sahnedeki adam Richard Hagopian ve onu görmeyi çok ama çok istiyordum. Beynim bir şekilde beni de ödüllendirdi demek ki. Şu an ışınlanma olayı filan hiç umurumda değil. Çok ama çok heyecanlıyım, ağlayabilirim.

O anda kendimi kaybedip sahneye doğru koşarak, “Agoopyaaan!” diye bağırdım. Bağırmamla çalan müzik durdu ve dans eden herkesin ilgisi bana dönmüştü. Pembe lateks kıyafetimden midir yoksa manyak gibi bağırdığımdan mıdır bilemiyorum ama bu bakışlar beni tedirgin etmişti. Ekiptekileri de tedirgin etmiş olacak ki, onların beni orada bırakarak kaçtıklarına şahit oluyordum. Ben de peşlerinden gitmek üzere hareketlendim fakat ayağım takıldı ve sahneden aşağı paldır küldür düşmüştüm.

Kafamı yere sert bir şekilde çarpmıştım ve kanıyordu. Canım da çok acıyordu. İnsanlar yardım eder diye beklerken karımın sesini duydum.

Kocam iyi misin? Sabahın bu vaktinde duş almazdın sen, nereden çıktı uykulu uykulu banyoya girmek. Ah bak başını kötü vurmuşsun, kanıyor. Dur, olduğun yerde yat hareket etme bir müddet. Ben başın için bir şeyler getireyim. Sonra hastaneye gidelim.

Karım banyodan çıktığında, çıplak vaziyette yere düşmüş bir halde olduğumu ancak anlayabildim.

Kafamdan akan kan ise ciddi miktarda soru işaretleri barındırıyordu.


Story & Image Copyright: OTahirZGN
ZAK000.png

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir