Mayın

Breton topraklarında bir parka bakıyorum, salonun penceresinden. Sıcak şarabımı yudumlarken bankta yan yana oturan bir çift ilgimi cezbediyor. Hemen önlerinde salıncaklar var. Adam ara sıra kalkıp boş salıncağı sallıyor yerine oturuyor ve salıncak yavaşlayınca tekrar sallıyor. Kadının kızarmış gözleri suyun tuzlu suretiyle taşmış, damlalar yanağından aşağı doğru yol almış yere düşüyor ve birikip toprağa kavuşuyorlar.

Sağdan soldan geçen insanoğlu meraklı gözlerle fısıldaşıyorlar ama kimsecikler yanlarına gitmiyordu.

“Kim bilir ne için kavga ettiler” diye söylendim kendi kendime.

Koltuğuma oturdum, gazeteyi elime aldım ve okumaya başladım. Gazeteyi okurken göz kapaklarıma karşı da çetin bir mücadele içerisindeydim.

Bir sigara yakarak kalktım ve tekrar pencereye yöneldim can sıkıntısıyla. Aynı çift kaldıkları yerden aynı şekilde devam ediyorlardı. Salıncak sallanıyor, arkalarındaki toprak ise ıslanıyordu. Bir an yağmur mu yağdı diye etrafa bakındım ama her yer kupkuruydu.

“Ağlayarak bir toprak bu kadar ıslanmaz.” diye düşündüm düşünmesine ama başka da cevap bulamıyordum.

Daha yakından bakmak merakıyla evden çıktım, parka gidip yakınlarında bir banka oturdum. Oturduğum yerde toprağa dokundum, kupkuruydu. Ama onların olduğu yerde toprak çamur kıvamına gelmişti neredeyse.

Ayağa kalktım ve yavaş yavaş onların olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. Hemen arkalarında toprağın tam kenarında durdum ve ağır ağır çömelerek parmağımı cıvık toprağa batırdım. Ürperme hissi içerisinde donup kalmışken, adamın “Dokunma o toprağa!” şeklinde bağırmasıyla çamurun içine yığıldım.

Adam koşarak yanıma geldi.

“Çık oradan, çık dedim sana! Mahvettin her şeyi” diyerek elimden tutup çıkardı beni. En sevdiğim gömleğim, pahalı ayakkabılarım hepsi çamur olmuştu.


Bayım niçin bağırıyorsunuz? Görmüyor musunuz halimi? Sizin yüzünüzden üstümdekileri çöpe atmak zorunda kalacağım.

Çekil git, nereye atıyorsan at. Sen bizim hayallerimizi çöpe attın zaten.

Affedersiniz ama ben sizin hayallerinize ne yapmış olabilirim, penceremden sizleri izliyordum, halinizi merak ettim ve buraya geldim. Ama siz bana pek küstahça yaklaşıyorsunuz.

Sen anca kendi merak duygunu gidermek için buraya gelmişsin. Şimdi hemen git buradan!

Ama… Ama…diye konuşamazken, bankta ağlayan kadın dönüverdi arkasını ve;

Bırak kalsın, acını insanlardan çıkarma. dedi.

Acınız nedir acaba? Benimle paylaşabilirsiniz, belki bir yardımım dokunur. Ben basit bir kavgaya tutuştuğunuz varsayımı ile yola çıkmıştım. Acı hakkında çok bir fikrim olmasa da sizi anlayabileceğimi umuyorum.

Pekâlâ, şu salıncağı sallamaya devam edersen sana anlatacağız. dedi adam.

Tabii tabii sallarım, zaten her yerim çamur içinde, salıncak da sallarım elbet.

Biz güneybatıda Coriosiliti halkındanız.

Coriosiliti mi… Hmm evet duymuştum.

Veneti halkı ile aramız çok iyiydi, hep beraber yaşayıp gidiyorduk. Bin yıllık kardeşlik vardı aramızda. Ta ki kabile reislerinin arası bozuluncaya kadar.

Evet evet, saçma bir anlaşmazlık olduğunu duymuştum.

Detaylar çok da önemli değil. 12 yaşında Karv adında masum ve civan bir kızımız vardı. Hayvanlarla ilgilenmeyi pek severdi. Beslediği ve oynadığı kedileri, köpekleri, kuşları, kaplumbağaları vardı. O bizim için nefes almak demekti. Biz sevgiyi onunla tatmıştık, sevmeyi de onunla öğrenmiştik. Onun saçlarını koklayamamak ya da sarılmamak, aklımızla yüreğimiz arasında rezonansa girmiş bir çelik yumruk adeta. Hem kalbimiz hem aklımız acıyor. Hem de ne çok acıyor, bu acının Dünyayı yörüngesinden çıkarıp savurması lazım gerek ama sefil Dünya.

Çok özür dilerim ama iki halkın liderleri arasındaki anlaşmazlıktan bahsederken, kızınıza geçtiniz ve anladığım kadarıyla o artık yok. Ne oldu kızınıza?

Bir akşamüzeri köpeklerinden biri kaybolmuştu, onu aramaya çıktı ve gelmedi. O gelmeyince telaşla onu aramaya koyulduk. Saatlerce aradık. Sabaha doğru Karv’ın ve köpeğin parçalarını bulduk. dedi ve ses telleri kelimeleri şekillendirmeye devam etmeyi reddetti.


Kadın devam etti;


Sırf ölüm olsun diye yerleştirilmiş kahpe bir mayın tarafından bedeni parça parça etrafa saçılmıştı. Parçalarını eteğimde topladım. Toprağa dokunmak hiç bu kadar sarsmamıştı ruhumu.

Gerçekten çok üzüldüğümü ifade etmek isterim.

Herkes bir şeyler ifade ediyor ama hiçbiri bize bir şey ifade etmiyor artık. Biliyor musun Karv’ı hiç parka getirememiştik. Salıncakta sallanmayı ne kadar çok isterdi halbuki. Elbet bir gün getiririz diye hep ötelenmiş bir istek olarak durdu Karv’ın o minik yüreğinde. Şimdi onu bu toprağa gömdük, bir nebze olsun belki ruhunu rahatlatırız. Belki de şu salıncakta oturuyordur şimdi.

Anlıyorum, gerçekten emin olabilirsiniz ama hayat devam ediyor. Toparlanmanız lazım hem belki yeni bir çocuk yaparsınız. Ajitasyona teslim olmuşsunuz siz. derken “Parka gömmüşler çocuğu, olacak iş mi bu şimdi? Belediyeye haber vereyim de alsınlar buradan.” diye aklımdan geçiriyordum.


Bir yandan da salıncağı sallamaya devam ediyordum ve bir an önce oradan uzaklaşmanın yollarını düşünüyordum. Sessizlik çökmüştü birdenbire. Arkamı dönüp baktığımda ne kadın ne de adam yerlerinde değillerdi. Etrafa bakınırken az ilerideki yaşlı ağaçta bedenlerinin sallandığını görerek sarsıldım. O esnada sallanmaya devam eden salıncak bir hızla geri gelip kafama çarptı. Çarpmanın etkisiyle iyice sersemledim.

Kendime geldiğimde, salonun koltuğunda göz kapaklarıma mağlup olmuş olduğumu anladım. Oğlumun fırlattığı topun kafama gelmesiyle de ayıkmış buldum kendimi. Elimdeki gazeteyi katladım ve kafasına bir fiske atmaya yeltenirken kıyamadım.

Oğlum lütfen biraz daha dikkatli olur musun? diye uyardım sadece.

Elimde gazeteyle pencereye yöneldim ve parka baktım.

Oğlum bak hava ne kadar güzel, çıkıp parkta oynasana.

Yok baba ya, parka gelen çocukları sevmiyorum. Ben evde konsolumla oynarım.

“Peki” dedim ve elimdeki gazeteye şöyle bir bakıverdim. Üçüncü dünya ülkelerinden bahsediyordu. Ölen çocuklardan filan. “Yazık” dedim kendi kendime.

Radyoda “ev chistr ‘ta laou” çalmaya başladı ve ben gazetenin sayfalarını çevirdim.

“Sizden Gelenler” bölümünde “Karv” rumuzlu birinin mealsiz cümleleri kaşlarımı kaldırmama sebep oldu;


Düşünenlerin arasında düşünemeyenlerin varlığı hissedilsin istenirken, acı çekenlerin arasında çekmeyenlerin varlıkları bilinsin de istensin. Düşünenlerin acı çektikleri anlaşılsın istenirken, isteyenlerin istemeyenlerden farkı olsaydı. Ama her isteyenin düşünen olmadığı bilinseydi. Düşünemeyenlere düşünebilmeyi öğretmeye çaba gösterilebilseydi. Düşünemeyenler, acı çekeceklerini bile bile düşünebilmeye yanaşabilselerdi. Düşündüklerini düşünenlerin, düşündüklerinin farkında olanlardan farkına ayna olsaydı sema. Bir dağın yamacındaki yabani otlar arasında yaşayan kirpinin yalnızlığıyla vereceği acıyı, dikenleriyle vereceği acıdan daha güçlü yaşayanların üzerine yağsaydı gök. Gözlerimizden dökülen medamiler toprağa cemre olup düşseydi. Topraktan fışkıran saika-vari düşünceler olsaydı. Tüylerimiz diken diken soluyabilseydik tüm bu düşünceleri ve sadece düşünce fark etmeseydik düşünceleri.

Semanın düşü toprak, toprağın düşü semalar ise ve hiç eremeyecekler ise birbirlerine;

Düşünmeyelim acımasın canımız.

Ne de olsa düşünce düşüneceğiz.”


Story Copyright : OTahirZGN                                                      Image Source

ZAK000.png

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir