Uçuşan Notlar

Yolunu kaybetmişti ve kendini; ıssız, kırık dökük ve terk edilmiş sokaklarda bulmuştu. Bir labirentin içerisinde, yolunu bulmaya çalışıyor gibiydi. Hangi köşe başından dönerse dönsün sanki aynı yerlerde dolaşıyordu. Hava kararmıştı artık ve kırık sokak lambalarının aydınlatmaları da çalışmıyordu. Soğuyan hava ve yüzüne çarpan sert rüzgârın etkisiyle titremeye başlamıştı. Geceyi geçirmek üzere; harabe evlerden birinin kapısından içeri doğru girdi.

Adımını attığı anda gelen çıtırtı sesleri; uzun süre önce terk edilen evin, böcekler tarafından işgal edildiğini haber veriyordu. Hemen solunda duran odanın kapısını eliyle iteleyiverdi. Kapının hafif aralanmasıyla, yanından hızla bir gölge geçip dışarı çıktı. O an korkarak hareketsiz kalmıştı fakat çok geçmeden arkasından dışarı atladı. Zaten bu böcek yuvasında kalamazdı.

Sokağın sonunda ilerleyen gölgeyi fark etmişti. Kendini hissettirmeden, gölgeyi takip etmeye koyuldu. Aralarındaki mesafeyi kapamış; takibi epeyi yakından devam ettiriyordu ama sokak o kadar karanlıktı ki nasıl biri ve kim olduğuna dair hiçbir izlenim edinememişti.

Gölge birdenbire sokağın ortasında duruverdi. O ise yakalanmamak adına, hemen yanında duran bir evin duvarına yaslandı. Gölge sokağın ortasında öylece dururken; gökyüzünde berrak bir dolunay belirdi. Ay bütün sokağı aydınlatacak kadar ışık sızdırıyordu fakat daha gölgenin kimliğini açığa çıkaramamıştı. Sokağın ortasında duran her kimse hala bir gölge olarak görünüyordu. Gözlerini kısarak ve yaslandığı duvardan sırtını ayırmadan, yan yan ağır adımlarla yaklaşarak kim olduğunu anlamaya çalışıyordu lakin an diyebileceğimiz çok küçük bir süre içerisinde, göklerden yeryüzüne çöken bir bulut yığını, gölgenin etrafını sarmaladı.

Öylece duramadı; neler olduğunu anlayabilmek için bir hışımla kendini bulut yığınının içerisine atıverdi ve kendini bir çukurdan aşağı doğru düşerken buldu.

Sanki “limit x sonsuza giderken” şeklinde bir fonksiyonda x’i temsil görevini bu çukur üstlenmiş gibi; düş düş bitmiyordu. Tam yere çakılacağını düşündüğü anda, çukur sanki daha da derinleşiyor ve o düşmeye devam ediyordu.

Bu düşüş; sanki onu zorla çıkarılmış hedefi belirsiz uzun bir otobüs yolculuğunda, hızla giden otobüsün camından dışarıyı izlerken, hayatının tüm karelerine tekrar tekrar şahit olması içindi. Bazı anlar; otobüsün sürat kadranını zorlayacak şekilde, çok hızlı geçip giderken, bazıları ise hiçbir tesis olmayan bir yol kenarında durmuş gibi donduruyordu zamanı. Çakılı kaldığı o anlar nedense varlığının ona ağır geldiği zamanlara denk geliyordu. Bu geçmek bilmeyen anlara dayanabilecek gücü kalmamıştı. Adeta korkunç bir yaratığın pençelerini göğsüne sapladığını hissediyor ve hatta kaburgalarına ulaşarak, yavaş yavaş bir kaşıma hareketiyle oynattığının acısını yaşıyordu.

İşte tüm o sıkıntılı anların tekrarı saatlerce sürerken; diğer bütün keyifli anların birkaç saniyede geçmesi, adalet inancına da zarar veriyordu.
Başından dökülen terler ve gözünden süzülen yaşlar, vücudunun soğukluğunda doluya dönüşerek bacaklarına hızla çarpıyordu ve canının daha fazla acımasıyla yaralanmasına sebeptiler.

Otobüs ani fren yaparak durdu.

O ise artık düşmüyordu.

Siyahın yokluğu en çok temsil ettiği tonda bir karanlığın içerisinde duruvermişti.

Ve sessizlik hiç bu kadar kendini yoksun hissettirmemişti.

Etrafı yavaşça kolaçan etmek için yavaş adımlarla dolanmaya başladı. Elleriyle çevreyi yokluyordu fakat ne bir duvar, ne bir eşya, ne de bir taşa denk gelebilmişti. Yere çömeldi ve toprağa dokunmaya çalıştı lakin elleri de; ne bir toprak, ne beton, ne bir tahta, ne de asfalt bulabiliyorlardı.

Koskocaman bir boşluğun ortasında kalakalmıştı.

Bağırmaya, konuşmaya ve ses çıkarmaya ne kadar çalışırsa çalışsın; olmuyordu.

Sadece ve sadece düşünebiliyordu çünkü insan düşünebilen bir varlıktı.

Öyleyse yapacak hiçbir şeyi olmadığına göre, o da artık düşünebilirdi.

Tüm düşünceleri, kafasının içerisinde ses olarak varlığa kavuşuyorlardı.

Tüm düşünceleri, kafasının içerisinde ses olarak varlığa kavuşuyorlardı.

İçine düştüğüm bu boşluk içimdeki boşluğa ne kadar çok benziyor.
Ve içimde var olan boşluk ne kadar yokmuş aslında
Böyle bir boşluğun var olduğunu iddia etmek bile çok saçma.
Bu sadece yokluk ve bir yokluğun ortasında var olmaya çalışmak
Bir boşluğu ne kadar doldurabilirim ki tek başıma.
Neden bana bu yükü veriyorsun İlahi?
Ya da içimdeki o boşluk beni ne kadar doldurabilmiş ki?
Ben bu boşluğu ancak sen bana varlığını hissettirdikçe doldurabilirim.
Ama sen neden hissettirmiyorsun?
Bana sen hissetmeyi bilmiyorsun diyorlar.
Oysaki en az onlar kadar bahaneler arıyorum hissetmeye.
Sen ise bizi boşluklarda bırakıp gitmiş gibisin.

Buraya düştüysem, seni aramaya düşmüşümdür.
Seninle konuşmaya geldim öyleyse.
Yüreğin titremesi nedir bilir misin?
Senin yüreğin yoktur elbet ama
Senin merhamette sınır tanımadığın söylenir.
Ben de seni hep öyle hayal ettim.
Ya da ettim mi bilmiyorum
Neyse
Nasıl dayanırsın bunca merhamete
Ve bu kadar merhamet doluyken nasıl ağlamazsın?

İlahi!
Theodorakis’in içimi parçalayan şu müziğini biraz kısar mısın?
Seninle böyle konuşuyorum diye senin adına kızanlar olacak
Onlar bilmez mi senin merhametini?
Bilselerdi onlar da merhametli olurlar mıydı?
Onlar onlar…
Onlardan sana ne diyeceksin
Bana gelelim öyleyse
Sana bir şey itiraf etmek istiyorum
Ben kimim biliyor musun?
Tabii biliyorsundur ama var ettiğin kadarını biliyorsundur
Ben sonra çok değiştim (ya tamam onu da biliyorsundur ama bilmiyormuşsun gibi yapasım var, suç mu?)
Ben aslında (buraları kimse duymasın diye çok sessiz söylüyorum, daha doğrusu düşünüyorum)
Aslında Selim Işık benim ve Turgut Özben de benim
Ve hatta Beyaz Mantolu Adam’ım ben
Ben tavan arasında Unutulan’ım,
Ben Ubor Metenga tehdit mektubu alanım
(Gaza gelip sonlarda biraz sesli düşünmüş olabilirim, kimse duymamıştır umarım… )
Ne olursun bunları kimseye özellikle Oğuz Atay’a söyleme
Olur mu?
Duysun istemiyorum, sonra üzülür o da
Zaten bu aralar çoğu kişi kendini bunlarla özdeşleştiriyor, iyice ele ayağa düştü demesin
Gerçi onlar da el ayaktı zaten der geçer herhalde
Olsun bilmesin

Ama işte ben
Yani ben
Offf ben ne kadar çok kalabalığım böyle
Ve bu kalabalıklar içerisinde neden hiç adam gibi bir insan olmayı beceremiyorum
En azından insan olmayı becerebiliyorum değil mi?
Yani nasıl olduğumun ne önemi var
Bak işte ben düşünebiliyorum
Hem de koskoca bir boşluğun içerisinde düşünüyorum
Nerede kalmıştım…
İşte tüm bunları kendime bile itiraf edemezken, sana açılıyorum
Ben bunlar değilmişim gibi görünmek için ne kadar çok elektrik yakıyorum biliyor musun?
Bir gün kısa devre yapacağım ve toplumun ortasında yanacağımdan korkuyorum
Benim yanmam kimseyi ilgilendirmez ama
Ateş tüm insanlara sıçrayacak, ondan korkuyorum
İnsanları koru benden
Beni de koru benden, ben de insanım
Ben insanlardan da korkuyorum ama
Lütfen beni insanlardan da koru
Ben ne kadar çok korkuyorum böyle
Tamam, vazgeçtim, asıl sen beni korkularımdan koru
Bu Theodorakis’i susturmaya niyetin yok anladığım
Canımı yakıyor ama
Anladım ilgilenmiyorsun canımın yanmasıyla

Biliyor musun ben pakete girmiş gıda yemeyi çok seviyorum
İyi değil diyorlar bangır bangır ama ben de iyi değilim ki
Olsaydım elbette sevmezdim o yapay şeyleri yemeyi
Zaten sigarayı da çok içiyorum
Kızmayacaksan şimdi de bir tane yakacağım (Yaktığımı düşünüyorum en azından)
Bu tarz şeylere kızmayacağından eminim
Zaten canımın yanmasıyla ilgilenmiyorsan bunlarla da ilgilenmiyorsundur
Ama üzülüyorsundur
Sahi sen üzülür müsün?
Bence üzülürsün
Merhamet üzülmeyi gerektirir
Annem de üzülüyor
Onun üzülmesine de ben üzülüyorum
Ama bazı şeyleri değiştiremiyor insan
Her şeyi değiştirmeye ancak senin gücün yeter diyorlar
Beni neden bu kadar güçsüz yaptın ki?
Ya olduğum gibi görünmeliyim ya da göründüğüm gibi olmalıyım diyor Mevlana
Ben ise güçlü gibi görünmeye çalışıyorum
Yoksa güçsüz olduğum için mi benim de içimde bu merhamet
En azından güçsüzlüğümü arkasına saklayabildiğim için mi?
Ama sen hem güçlüsün hem merhametlisin
Ben neden olamıyorum?
Senle kendimi kıyaslamaya bir son vermeliyim
Ama biliyorsun aslında amacım öyle bir kıyas değil
Konuyu değiştireyim en iyisi

Oğuz Atay diyorduk (Yani ben diyordum… umarım sen de beni dinliyorsundur)
Oğuz Atay 43 yaşında ölmüş
Çok erken değil mi?
Kafka da 41 yaşında ölmüş mesela
Yani sevdikleri bayağı bir üzülmüştür
Zamanı geriye almak istemişlerdir
Ölümü kabullenmek çok zor, bilmiyorum bunu nasıl anlatabilirim
Sen ölmek nedir bilmezsin ki
Ben de bilmem gerçi
Çünkü ben de hiç ölmedim

İlahi!
Saçmalıyorum
Theodorakis susmadıkça ben de saçmalamaya devam edeceğim galiba

İlahi!
Biliyorum birçok güzellik var hayatımda
Ama ben neden yine de böyle girdaplı hissiyatlara denk geliyorum
Yani bir yerlerde bir eksiklik, bir hata var gibi
Bak işte içine düştüğüm bu boşluk
Neden geldi de beni buldu?
Yoksa ben mi onu buldum?
Boşluk bulmaya mı kuruldum ben bu hayatta?
Burası nasıl bir boşluktur ki içimi hatırlatıyor?

İlahi!
Sesim bile çıkamazken sesimi duyuyorum
Bir de şu Theodorakis’i
Tüm bu boşluğu da benim mi doldurmam gerekiyor acaba?
Tamam öyle olsun
Önce yer olsun ayaklarımın altında
Sonra şurada ağaçlar olsun
Şurada da bir ev olsun
Çocuklar olsun
İnsanlar olsun
Oluyor sanırım
Bir kağıt olsun
Bir de kalem
Bu konuşmaları (tek taraflı da olsa) yazayım bir kenara
Sonra da oldurmaya devam edeyim
Yazıyorum işte bak ama dışarıdan vasat bir hikâyeci gibi anlatmalıyım (Şşşş benim kim olduğumu bir tek sen biliyorsun, ben bile daha emin değilim)
Off sıcak da oldu ha
Biraz rüzgar da ols……

Balkonda oturmuş, dışarıda oynayan çocukları seyrederken; rüzgârda uçuşa uçuşa gelen bir kağıt parçasından okuduğum saçmalıklardı tüm bunlar. Enteresan olan kısmı Theodorakis’in bestesi Weeping Eyes’ın Sinem Irmak performansını dinlediğim anlara denk gelmiş olmasıydı.

Hay bin Mikis Theodorakis!



Story & Image Copyright: OTahirZGN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir