ZİHNİMİN ABUK KUŞUNDAN SABUK ÖTÜŞLER – 12

Doktorun istirahat tavsiyesine daha fazla uyamayacaktım. Evde geçirdiğim süre boyunca; sıkıla sıkıla uzanmış ve memleket faciaları konulu televizyon programlarıyla beynimi yeterince ihmal etmiştim.

Ruhuma sirayet eden kaotik dalgalanmaların pençesindeyken, değiştiremediğim saygısız mevsimlerin üzerime çökerttiği kapkara ışıklardan kurtulup, üzerime farklı renklerden bir tutam sıçratabilir miyim diye kendimi sokağa attım.

Karşılaştığım insan kalabalığı; memleketin işsizlik oranlarına yönelik ciddi sinyaller veriyor olsa da, bu konuyla canımı ayrıca sıkmamak için alıcılarımı kapalı konuma getirme çabası içerisinde kendimi sahil kenarında bulmuştum.

Önce yolun karşısında gördüğüm dondurmacıdan bir külah dondurma aldım ve sahil kenarında yavaş adımlarla yürümeye başlamıştım. Belediye’nin kiralık bisikletleriyle karşılaştım ve hemen şehir kartımla bir bisiklet kiralayarak, bir elimde dondurma ile sahil boyunca bisiklet sürmeye başladım.

Çok uzun yıllar olmuştu bisiklet kullanmayalı ve tek elimde dondurmayla da başarılı bir şekilde sahalara dönebildiğim söylenemezdi. Tek el ile dondurmayı yalayıp, diğer elimle de bisikletin gidonunu düz tutmaya çalışsam da yalpalaya yalpalaya ve ağır bir şekilde ilerliyordum. Bir de yolumda olan bir taşı göremeyince dengemi kaybetmiş ve elimdeki dondurmanın yere düşmesine sebep olmuştum.

Dondurmayı düşürünce çok sinirlenmiştim ve yüzümü asarak söylenmeye başlamıştım. O esnada yanıma bir kadın yanaştı ve heyecanlı bir şekilde adımı zikretti. Bir an için üzerime bakındım, acaba bisiklet kiralayınca bir yerlere adımımı yazıldı da farkında değilim diye.

  Benden mi bahsediyorsunuz?

  Evet sen, çünkü sensin işte.

  E evet, ben benim ama siz beni nereden tanıyorsunuz?

  Tanıyamadın değil mi? Değişmiş olmam çok normal ama hatırlayacaksındır.

Bir süre karşımda duran bahar yüzlü kadının deniz mavisi gözlerine daldım ve damarlarıma uğrayan sonbahar soğuğuyla ruhumun tüm yaprakları döküldü, konuşamadım. Rüzgârda dalgalanan, siyahın en parlağında olan saçlarının kokusuyla gözyaşlarım seri damlalar halinde dökülmeye başladı. Onun da yüzündeki heyecan, tedirginliğe dönüşmüştü ve belli ki ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

 Bak şu ileride denizin hemen yanı başında, kumların üzerinde masaları olan bir kafe var. Gel oraya gidelim, oturalım ve konuşalım.

 Perihan’sın sen. Sen Peri’sin ve dondurma ve bisiklet ve sen…

 Dondurma ve bisiklet evet, kaderin bir oyunu gibi.

  Ya sen?

  Ben buradayım işte, çevrende gördüğün her şey kadar gerçeğim.

Konuşmaya daha fazla devam etmeden kafeye doğru yürüdük. Üstü tozlu plastik bir masanın etrafındaki sandalyelere oturduk.

 Biliyorum sen de diğerleri gibisin. Ben bir süre böyle şeylerle karşılaşmam diyordum ama beklediğimden erken oldu.

 Diğerleri?

  Ya tamam uzatma ama ekibe söyle bu kadarı biraz fazla. En derin yaralarımı önüme çıkararak neyi amaçlıyorlar? Hem o doktor kılıklı Dali bir süre çipin aktif olamayacağını söylememiş miydi? Bir süre ne kadar da kısaymış.

 Hangi ekipten bahsediyorsun? Dali kim? Ne çipi?

 İkidir sadece soru işaretleriyle konuşuyorsun. Nasıl bir oyunun peşindesiniz acaba? Bu sefer hangi aşamadayız?

  Yıllar sonra benim yaşadığımı görünce ne diyeceğini bilemedin sanırım, haklısın anlamsız cümlelerinde.

  Yaşadığını mı görünce? Ben ne ölüler gördüm şimdiye kadar. Einsteinlar, Oğuzcuğum Ataylar. Bir de seni görmüşüm çok mu? Gerçi sen olmasan iyiymiş. Canım acımadı desem yalan olur. Hayır, bir de bisiklet ve dondurma olayını nasıl kurguladınız, tebrik ederim. İyice can yakıcı olsun istediniz sanırım ama niye? Bunlar beynimde hangi fonksiyonu aktif kılacak acaba?

 Çözemiyorum söylediklerini. Ciddi mi konuşuyorsun, şokta mısın yoksa dalga mı geçiyorsun kavrayamıyorum. Lütfen daha fazla uzatma, bak işte ben Perihan Anka, yani kısaca Peri. Ölmedim, yaşıyorum.

 Lan nasıl ölmedin? Nasıl yaşıyorsun? 26 yıl önce öldün sen. 26 yıl önce bir trafik kazasında çektin gittin bu dünyadan ve kabuğu her daim ciğerime batan bir yara bıraktın kalbimde.

  Bağırma lütfen, bak etrafta insanlar bize bakıyor.

İstemsizce de olsa sesi mi yükselttiğim doğruydu. Çevrede meraklı insan bakışlarını üzerimizde toplamıştık.

 Baksınlar ne olacak yani. Baksınlar ve a bu adam acaba niye ağlıyor diye aralarında konuşsunlar. Kulak kabartsınlar, sonra eve gidip anlatsınlar. Hatta isterlerse parmakla göstersinler. Ne fark edecek ki?

  Haklısın, sana çok büyük bir haksızlık yapıldı ama daha çocuktuk ve böyle olsun ben istemedim. Tamamen annemin aptalca verdiği bir karar. Emin ol çok ağladım, engel olmaya çalıştım ama olamadım. Biliyorsun babam ölmüştü zaten ve annemi de kaybetme korkusuyla büyüdüm ben.

  Sayenizde ben de sevdiğim herkesi her an kaybedecek korkusuyla yaşamaya alıştım. Ne o sen de ağlıyorsun?

Seni gördüğüm andan itibaren zor tutuyorum kendimi zaten. Sayende daha fazla dayanabilmem mümkün olmadı.

 Sen misin gerçekten? Yani bu bizim çocukların bir oyunu değil, yani sen gerçekten Peri misin?

 Sizin çocuklar kim bilmiyorum ama benim işte.

ZAK ayracı.jpg

O anda içimdeki titrek ruha pompalanan hüznün basıncı artıyor ve denizde şiddetlenen dalgaların sesleri daha fazlasını kaldıramayacağını anlatıyorlardı.

Masaya garson yanaştı ve “pardon abi bir şey içmeyecek miydiniz?” diye sordu. Hiçbir cevap vermeden yerimden kalktım, ayağımı kumlara sürte sürte denizin kıyısına yaklaştım Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım, ayağımı denize soktum. Tepemde martı çığlıkları ve dizlerime kadar vuran dalgalarla uzaklara doğru bakarak rahatlamaya çalışıyordum ama anladım ki bu tarz rahatlamalar sadece hikâyelerde oluyormuş. Bende hiçbir etkisi olmamıştı.

Bir müddet sonra yanıma geldi, elini omuzuma koydu. Hiç düşünmeden döndüm ve sarıldık. Bir süre birbirimize sarılarak ağladık ve omuzlarımız üzerinde gözyaşlarımızı biriktirdik.

Kendimi geriye çektim, elimle yüzümü sildim ve denize doğru ıslak kumlara oturdum. Artık deniz beni tümden ıslatmaya başlamıştı. O da yanıma oturdu ve aynı şekilde ıslanıyordu.

 Neden annen bana öldüğünü söyledi peki? Yani daha 14 yaşlarında bir çocuğun bunu kaldıramayacağını ya da derin yaralar açabileceğini düşünmedi mi? Beni sevmişti hâlbuki yani öyle sanıyordum.

 Sadece bir yaz boyunca tanımıştık, beraber olmuştuk. Öylesine bir yaz aşkı olarak birbirimizi unutacağımızı düşünmüş. Fakat iki ayrı ülkede yaşıyor olmamıza rağmen görüşmeye devam etmemiz ve bağımızın kopmaması endişelendirmişti onu. Daha çok küçüksünüz ama ruhunuz arabesk, birbirinizi unutmazsanız bu size zarar verecek deyip duruyordu. İşte o gün sen arayınca öyle bir çılgınlık yaptı. Sonra kötü mü yaptım diye hayıflansa da, artık demiş oldum dedi ve geri adım atamadı.

Bir hafta boyunca okula gidiyorum diye evden çıkıp sokaklarda ağlayarak gezdim ben o zaman.

  Sadece bir hafta mı?

  Eylem bir hafta sürdü ama içimden hiç atamadım. Belki böyle olmasaydı, zamanla kopacaktık birbirimizden ve bu kadar derinlere inmeyecekti hiçbir şey. Resmen saçmalık bu yapılan!

 Haklısın belki de öyle olacaktı ama o kısacık sürede seni o kadar çok sevdim ki ben, yine de çok basit olmayacaktı.

  Belki de. Birbirimizle güzelleşmiştik ve güzel sevmiştik birbirimizi. Of ya peki sen neden aramadın beni hiç?

Annemin yaptığı kötü bir şeydi ama annem benim her şeyimdi biliyorsun. Onun kötü bir şey yapmasını kabullenmek veya ortaya çıkarmak fikri çok korkuttu. Sanki onu kaybetmeme sebep olabilir diye yapamadım. Özür dilerim ikimizden de.

  Bu nasıl bir şey böyle ya? Keşke, yeniden hiç karşılaşmamış olsaydık. Sen de iyi tanıdın beni ama. Yoksa ben bayağı değiştim yani.

 Değişmişsin doğru ama gözlerin o kadar aynı ki ilk anda tanıyabildim seni.

 Gözden değildir o. Ben unutulacak biri değilim ondandır ama unutan unutuyor. İnsanların hayatlarında izler bırakmak istesem de sessiz sedasız, sonra unutulduğumu fark ediyorum.

  A bak ya, ego mu yaptın sen?

 Yok ya ne egosu, egodan demiyorum bunu. Keşke az biraz yapabilsem ama sanırım ben de kendimi unutamıyorum, ondan.

 O ne demek öyle? Sen bana güzel bir şey demeyecek misin ya? Ne bu kendinden bahsetmeler.

 Sana söylenecek güzel şeyleri; sen gittikten sonra, denize fısıldayacağım.

 Neden bana söylemiyorsun?

 Olmaz, evliyim ben. Karımın hoşuna gitmez. Yani anlayışlıdır aslında, böyle bir duruma da anlayış gösterir ama yine de belli etmese de rahatsız olur diye düşünüyorum.

  Evet yüzüğünü gördüm. Ne güzel bir karın vardır senin şimdi. Merak ettim tanışmayı da umarım.

  Gerçekten bunu umuyor musun?

 Doğru ya ummamalıydım. Koskoca bir yaz beni arkadaşlarından gizlemiş, hiçbiri ile tanıştırmamıştın.

  Büyüsü bozulurdu. Bunu sana açıklamış olmalıyım. Sevdiğim insanları bir araya getirmekten yana korkularım oldu hep. Birbirlerini sevmemeleri ya da uyumsuz olma ihtimalleri korkutur beni hep. Kesin bunun fobialı bir tanımlaması vardır psikolojide.

  Söylemiştin ama o zaman inanmamıştım. Başka bir sebebi var da söylemek istemiyorsun gibi gelmişti. Çok da takılmamıştım.

 Takılmazsın tabi, çünkü çoğunlukla senin yanındaydım ama şimdi farklı, ne yani karıma eskilerden çok sevdiğim bir sevgilim diye seni mi tanıştırayım?

 Ya yıllar öncesiydi, çocuk sayılırdık. Hem tanıştırabiliyorsan tedirgin olacağı bir şey değildir.

  Pek çocuk gibi de yaşamadık ama o zamanları. Baksana şimdi bile ne hale geldik.

 Tamam ya tanıştırma takılıyorum zaten. Doğru söylüyorsun, rahatsız olabilir. Hele ki böyle bir iz bırakmışsam sende, tedirgin bile olabilir. Sen demiyorsun bari ben de kendime dair güzelleme yapmış oldum.

 O seni nereden bilsin, yani seni ve bıraktığın izi?

 Bahsim hiç geçmedi diyorsun yani.

  Gerek yok böyle şeylere. Sen evlenmedin mi?

Sanırım ben böyle şeyleri herkese anlatıyorum diye kimse benimle evlenmek istemedi.

 Ne demek o öyle?

 Evlenmedim, evlenemedim işte boş ver.

 Peki boş vereyim. Burada ne yapıyorsun, döndünüz mü yoksa arada bir gelişlerinden mi?

 İtalya’da değilim artık, Portekiz’de çalışıyorum. Buraya bir iş için geldim. Açıkçası o yazdan sonra ilk defa geliyorum buralara ama nedense gelirken acaba seninle karşılaşabilir miyim diye içimden geçirmedim desem yalan olur. Sonra kendi kendime saçmalama dedim.

  Saçmalamamışsın resmen dua etmişsin ve kabul olmuş.

  Kötü mü olmuş.

 Bilmiyorum artık iyi mi oldu, kötü mü? Şu halimize bak üstümüz başımız sırılsıklam ve kumlu. Burada böyle oturmaya devam edersek hasta olacağız. Kalkalım hadi buradan, ben şu bisikleti önce yerine bırakayım. Sonrasına bakarız.

  Mantıklı konuşmaya başladığına göre kendine geldin sanırım. Neyse hadi kalkalım.

ZAK ayracı.jpg

Ayaklanarak suskun bir yürüyüşe geçtik. Muhtemelen onun da benim gibi, içinde kalbini kocaman elleriyle sıkan bir dev vardı. Kalp atımlarımın zorlandığını hissettiğimden ve bundan sonrasında da bir ayrılıktan fazlasının olmayacağını bilen dudaklarım kelimelerden uzak bir köşede içine doğru kapanmıştı.

Bisikleti iade yapacağım noktaya vardığımızda, ben işlemleri yaparken o da karşı kaldırımda gördüğü simitçiden simit almak üzere koştu. Bisikleti yerine yerleştirdim, kartı okuttum ve kulak zarımı titreten uzun bir fren sesiyle irkildim. Kafamı hızla çevirdiğim an yolun ortasında bir arabanın hızla kendisine çarpmak üzere olduğunu görmem ve saniyeler içerisinde, daha önceden de böyle anlarda ortaya çıkan özel güçlerimden birini kullanmaya çalışsam da, hiçbir şey yapamamıştım. Tabii ya lanet olası Dali bir süre çipin aktif olmayacağını söylemişti. Arabanın çarpma şiddeti ile havada fırlaması ve metreler sonra yere çarpmasını ağır çekimde izlemenin ötesine geçemedim. Yerde yatan bedeninin yanına gitmek istesem de etrafına doluşan kalabalığı görünce vazgeçtim ve olduğum yerde korkarak bekledim.

Kalabalıktan sesler geliyordu; “Ambulans çağırın – Aradım yakında bir ambulans varmış geliyor- Yok abi kurtulması mümkün değil – Bir dakika ben doktorum bir bakalım hayati durumuna – Maalesef ölmüş – Yazık ya kadın daha gençmiş…”

Ellerim ve ayaklarım titreye titreye yavaş yavaş yürüyerek ama hızla gözyaşı dökerek oradan uzaklaşmaya başladım. Kendi kendime mırıldanıyordum. “Neden ben yaşıyorum bunları, böyle kader mi olur. Ben Tanrı olsam ve önüme böyle bir kader konulsa, elimin tersiyle iterdim herhalde. Kim yazdıysa düzeltsin şunu derdim. Yazık değil mi bana. Yazık ya bana. Yazık.”

Sonrasında mırıldanmalar kontrol dışı haykırmalar dönüştü; “Nerede lan bu çip! Neredesiniz oğlum, Einstein, Kafka, Oğuz, neredesin Stanislaw! Allah kahretsin hepinizi!”

Halimi gören insanlar yollarını değiştirerek yakınımdan uzaklaşıyor, bir yandan da “Delirmiş adam yazık.” gibi söylemlerde bulunuyorlardı. Haklıydılar, ben de sokağın ortasında benim halimde manyak gibi anlam veremediğim şeyler bağıran bir adam görsem; deli diyerek kaçardım.

Bir polis otosu yanıma yaklaştı ve bana insanları rahatsız ettiğimi söyleyerek kim olduğumu sordu. Ağlak bir halde memur beylere bir yakınımı yeni kaybettiğimi, dayanamadığımı söyledim. Beni eve bırakabileceklerini söylediler ve bindim ekip otosuna, adresimi söyledim. Yol boyunca birkaç soru sormaya çalışsalar da her soru daha yüksek sesli ağlamalara sebep olduğundan olsa gerek; daha fazla konuşmamayı tercih ettiler.

Apartmanın önüne geldiğimizde memur beylere teşekkür ederek indim ekip otosundan. Binanın ana giriş kapısına girince, içeride hemen kapının sağ tarafında, elleri önlerinde birleşmiş ve sıraya girmiş Einstein, Kafka, Oğuz Atay, Stanislaw Lem ve Dali’yi gördüm. Görmemezlikten geldim, onlar orada yokmuş ve hiç olmamışlar gibi asansöre doğru ilerledim. Arkamdan kısık sesle; “Başın sağ olsun” dediklerini duydum. Duymamış gibi yaptım ve asansöre bindim.

Asansörden inip evin kapısının önünde durdum ve zili çaldım. Önce köpeğimizin koşma sesleri duyuldu. Her kapı çalışında çılgın gibi koşuyordu zaten. Karım kapıyı açtığında köpeğin üzerime atlamasını bekledim ama beni görür görmez yatarak, çenesini yere yasladı ve yukarı doğru üzgün bakışlarla bakındı bana.

Kıpkırmızı gözlerimi, ıslak ve kumlu üstümü gören karım ise şaşıracaktı şaşırmasına ama son zamanlarda eve garip hallerde geldiğimden olsa sebep, şaşırmamayı tercih etmişti.

  Kocam, yine neler yaşadın. doktorun tavsiyesine uymuyorsun anladım ama sen yine başına işler açmışsın anlaşılan.

Çatlak bir sesle konuşmaya çalıştım.

 Sen bilmezsin ama bil. 26 yıl önceydi, yaz boyunca bir sevgilim olmuştu. Enteresan bir şekilde tanışmıştık. Ben bisiklet binerken, bir yandan da dondurma yemeye çalışıyordum. Bir taşa takılınca dondurmayı düşürüp hayıflanmıştım. Bunlara şahit olunca yanıma gelmişti ve beni teselli ederek tanışmıştı. Her neyse, yıllar sonra onu gördüm. Biraz konuştuk, dolandık ama bir trafik kazasına kurban gitti yanımda. Hiç iyi değilim anlayacağın.

Sözümün noktasında, kapının önünde; birbirimize sıkıca sarıldık ve ağladık. Odasından çıkıp gelen kızımız; bizi gördü ve o da bize sarıldı.

Zaman elbet devam edecekti ama biz bir süreliğine kendisini yok saymaya karar vermiş gibiydik. Mutfakta açık olan radyoda çalan şarkı ile o ana asılı kaldık.

“Kalbimden ismin geçti
Kimseler duymadı…”



Story & Image Copyright: OTahirZGN

ZAK000.png

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir