Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler -7 (Aslında Dokuz)

Bir tatilin daha otopsisini yapamadan, hayatın rutin yapbozunda bize ayrılan boşlukları doldurmuştuk. Tatil hakkında karımla konuşmuyordum; çünkü gerçekten de tatili nasıl geçirdiğime dair çok ciddi karışıklıklara sahiplik yapıyordu havsalam.

Ben yine bünyemin adaptasyon gösterdiği debdebeli bir trafikte, ikinci evim saydığım arabamla; işe gidiş geliş seanslarıma başlamıştım.

Trafikte geçirdiğim vakit; birçok kişi için dehşet verici olsa da; benim için derin düşünme oturumları demekti. Bu süre içerisinde; kendi kendime tartıştığım konular, tutulan notlar, internetten yapılan okumalar, yeni keşfedilecek müzikler, şiirler ve pek okunmayan bir blog’a yazılacak bok püsür demekti. Pek tabii aynı zamanda bol küfürlü rahatlamalar ve mideye indirilen atıştırmalıklar gibi yan kazançları ve hatta şarkı çığırma özgürlüğü de amorti ikramiyesi gibiydi.
Tüm bu çileyi bu kadar içselleştirmişken, son zamanlarda alt üst olmuş zihnim ve onun oyunları sebebiyle; Pollyanna’yı kaybetmiştim. Kafamda dolaşan güçlü elektrik akımı artmıştı ve bunun başıma ne işler açacağından emin değildim.

Bu elektriği atmak için kaç sefer yalandan, yere düşüp kafamı toprağa sürdüğümü; karıma dahi itiraf edemiyordum.

O gün işten geldiğimde; bir cinnete rezervasyon yapıyormuşçasına, yine kafam elektriğe boğulmuştu. Bütün o yolu nasıl kat edip de eve geldiğimi hatırlamıyordum bile. Eve girer girmez üzerime atlayan köpeğimi, hemen tasmasını takıp dışarı gezdirmeye çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz da kendimi çimlerin üzerine attım ve yüzümü tamamen toprağa batırdım. Yanımdan geçenlerin bakışlarını görmemiştim ama nasıl olduklarını tahmin edebiliyordum; zira köpeğim bile dışarı çıkmanın keyfine varamamış, hareketsiz bir şekilde başucumda bekliyordu. Yüzümü yerden kaldırınca burnum ve ağzımdan giren topraktan hiç rahatsız olmamıştım; çünkü gerçek anlamda bir miktar rahatlayabilmiştim.

Yüzümü silkeleyip, ayağa kalktıktan sonra köpeği de gezdirip eve dönmüştüm. Bir miktar toprak ciğerlerime kaçmış olsa gerek; şiddetli bir öksürükle banyoya koştum.

Arkamdan hızlıca karım geliverdi;

 Kocam ne oldu, iyi misin? Bak bırak artık şu sigarayı, çok içiyorsun.

 Yok yok iyiyim, daha doğrusu değilim, hasta oldum sanırım ben hemen uyuyacağım, siz yemeğinizi yiyin, ben yemeyeceğim.

 Bir şeyler ye de öyle uyu bari. Dur sana bir de pekmezli karışım yapayım, öksürüğe iyi geliyormuş.

 İştahım yok, hiçbir şey istemiyorum şimdi, sabah içerim, başım da çok ağrıyor.

 Tamam uyu ama yarın bir doktora mı görünsen?

 Bakarız.

 Öf, hep bir bakarız!

 Tamam ya ne diyeyim, sabah olsun bir hele.

 Peki öyle olsun.

Üzerimi değiştirip, hemen yatağa girdim. Kafamda yeniden bir elektriklenme başlamıştı, içimde ise derin bir ürperti vardı. Sabah bu şekilde işe nasıl giderim diye düşünürken uykuya dalmıştım.

Stres ve öfke dolu, otuz beş milimetre rüyalar arasında cirit atıyordum adeta. Tam da 10 yaşındayken; büyük bir öfke ve hüznüne yenik düştüğüm ve bütün bir gece arkadaşlarımın yaptığı haksızlığa ve yaşattıklarına ağladığım; otistik başka bir çocuğun diğer arkadaşlarım tarafından kabullenilmemesine ve kovulmasına karşı çıktığım ama başarısız olduğum anların rüyasını görüyordum ki;

Karımın dürtmesiyle uyandım gecenin üçünde.

 Kocam kalk lütfen!

 Ha, ne oldu ya, alarm mı çaldı?

 Yok ya alarm değil; saat daha üç; ama garip bir şeyler oldu.

 Üç mü? Ne oldu be garip? Sen niye yatmadın?

 Yatıyordum ama…

 Ama ne?

 Ya bak garip biliyorum, ama çok ürperdim. Sen nasılsın?

 Bok gibiyim! Ne oldu söylesene yahu.

 Of ya! Ben de uyuyordum ama uyandım. Yani sesler uyandırdı.

 Ne sesi? Hırsız mı var?

 Yok… Ya ben garip cızırtılar duyarak uyandım.

 Cızırtı mı? Telefon şarj da mı? Bataryası falan patlamasın aman.

 Yok, şarj da değil ama… Of çok korktum.

 Ya hele bir sakin ol kadın! Ben gidip bir salona, mutfağa bakayım.

 Tamam bak ama gelince sarılarak uyuyalım.

 Tamam canım, hadi ben bakıyorum.

Yataktan kalkıp salonu, mutfağı ve bilumum elektrikli cihazın olduğu yerleri kontrol ettim ama bir gariplik yoktu hiçbirinde. Yatak odasına doru geri dönerken, koridorda; birden beynime zımbalar çakılıyormuşçasına ağrılar uğradı ve ben kafamı tutarak dizlerimin üzerine kapaklandım. Bir müddet olduğum yerden hareket edemedim. Ağrılar çok sürmeden hafifledi ve kafamı sağımda duran duvara çevirdiğimde, duvarda mavi bir ışık olduğunu fark ettim. Kafamı hareket ettirdikçe, ışık da hareket ediyordu. Gücümü toparlayarak ayağa kalktım ve solumda duran banyonun kapısından girerek aynaya baktım. Kafamın etrafında çok güçlü mavi ışık dalgaları zıplıyordu, aynadaki yansımamda.

”Oha! Bu ne lan? Nur inmiş tepeme, vay amına. “ diye tepki verdim gördüğüme ve koşarak yatak odasına gittim, karımı şahit kılmak için; lakin odaya girdiğimde, karımın gözlerine derin bir uykunun baharı adına cemreler düşmüştü. Uyandırmak için yatağa doğru uzandığımda ise düşüp bayılmıştım.

 Kocam, yeter artık kalk!

 Ha?

 Ya 1 saattir alarmın çalıyor, kafamı sikti, işe de geç kalacaksın hatta kaldın.

 Öf Tamam, bir sus ya ama küfür etmende hoşuma gidiyor. Küfür etmek ne güzel bir şey değil mi?

 Adam çıldırtma beni, 1 saattir alarmın yüzünden uyuyamıyorum! Kalk ve sustur onları!

Karımın nefesindeki öfkenin kokusunu almıştım ve uyanabilmem için yeter miktarda tehdit barındırıyordu. Yataktan kalkıp, bir kahve yapmak için mutfağa doğru tek göz tamamen kapalı, tek göz bulanık bir şekilde önünü görebilecek kadar aralanmış, ağzım ise esneme adı altında; oksijen bağımlısı organlarıma yardım ve yataklık yaparak, mal tedarik ediyordu.

Kahve, sigara, tuvalet ve hazırlanma diye isimlendirilen bilumum sabah ritüellerimi yerine getirerek evden çıkmış ve yola koyulmuştum. Arabayı kullanırken henüz kendime gelememiştim ve zaman zaman göz kapaklarımla girdiğim mücadelede yenik düşüyordum. Sıkışık köprü öncesi trafik ve ardından köprüyü geçtikten sonra kısmen akıcı bir trafikte ilerlerken gözlerim tamamen kapanmıştı.

Nevi şahsına münhasır acıların içerisinde, nefes almaya çalışan bir şairin dizelerinde patlayan bir çığlığın desibeline denk şiddette bir gök gürültüsünün münasebetsizliği, beni yerimden hoplayarak uyandırmaya yetmişti.

Gözlerimi açtığımda; iş yerinin otoparkında arabam park halindeydi. Ne ara, nasıl geldiğimi düşünmeme fırsat kalmadan, bastıran yağmurdan kaçmak için; arabadan inerek, koşa koşa ofise girmiştim. Bu kısacık koşuşturma esnasında, üzerimden koskoca bir deniz geçmiş gibi sırılsıklam olmuştum. Ayakkabılarımı çıkarıp içlerindeki suları boşaltırken çıkan üç, beş küçük balığın çaresizliğini hiç umursamamıştım nedense.

Bütün gün odamda, klimanın sıcak üflemesine tabi şekilde kurumaya çalışırken; bir de envaiçeşit ağrı kesiciyi hafife alan, gök gürültüsü şiddetinde bir baş ağrısının tacizi yapışmıştı üzerime.

Zorlu bir günün, boşa geçirdiğim mesaisinin final çizgisine ulaşmışken, kendimi bir güçle çizginin öteki tarafına yani arabaya atıverdim. Yağmur biraz hafiflemişti fakat gökyüzü karanlık bulutların işgali altındaydı. Trafik yine hiç şaşırtmayacak derecede yoğundu ve ben hiç iyi hissetmiyordum. Karnım da acıkmıştı ve de susamıştım. Trafikte ortaya çıkan seyyar satıcıları bir an önce görmek için can atıyordum. Onlar ki; yağmur, soğuk, kar, kış demeden, yollarda egzoz kokuları arasında ekmek parası derdinde iken, bizlere de inanılmaz bir hizmet vermiş oluyorlardı. Hem hayat mücadelelerine saygı duyuyordum, hem de varlıkları, trafikteki olan bizler için çok önemliydi; ancak bunu yokluklarında anlayabiliyorduk. O sebeple; zaman zaman, hiç işime lazım olmayacak ıvır zıvır satan satıcılardan da alışveriş yapıyordum.

Neyse ki sonunda seyyar satıcıların ortaya çıktığı noktalara ulaşmıştım. Simit satan yaşlı bir adam ki artık simasını ezberlediklerimdendi; üzerine ve kafasına naylondan bir yağmurluk geçirmiş, sopasında simitleri, simitlerin üzerinde de naylonuyla; arabaların arasında dolaşıyordu. Yanına yaklaşınca, pencereyi açtım. İçeri şiddetle dalan rüzgâr ve ince yağmur taneleri, sol yanağıma bir tokat gibi vurmuşlardı. Aceleyle bozuk parayı uzatıp bir simit istemek için kolumu camdan uzattığım anda, koluma sertçe çarpan bir zabıta memuru, adamın sopasına vurmuştu. Simitlerin hepsi ön camın üzerinde, silecek hareketleriyle sağa ve sola dökülüyorlardı.

Tam, ”Ama memur bey efendiciğim, neden böyle yapıyorsunuz?”diyecektim ki; adamın gırtlağına yapışmış olan memurun davranışlarının, tasvip edilmeyecek seviyelerden, hızla Oha amına koyayım yeter!seviyelerine çıktığına şahit oldum.

 Lan göt! Sizin yüzünüzden bu soğukta bizi de dikiyorlar buraya! Satmayacaksınız demedik mi?

Diye bağırırken yaşlı adamın suratına, eliyle de boğazını sıkıyor, nefes almasına engel oluyordu. Zabıta bir cinnet âlemine dalmak üzereydi besbelli ve beni de çekiyordu. Öfkeden aldığım güçle, kapıyı sert bir şekilde açmamla zabıta yere düştü. Arabadan indim, düşen zabıta memurunu yerden kaldırdım.

 Lan sen kimsin de devletin memurunun işini yapmasına engel oluyorsun!

 Anlıyorum kardeşim, işini yapıyorsun mecburen ama bu nefret, öfke işinin parçası olmamalı. Baban yaşında adam, bu havada üç kuruş para kazanmaya çalışıyor sokaklarda. Ha, biz sürücülere de faydaları var. Sen yine mümkün olduğunca işinin gereğini yap yapmasına ama bu şekilde saldıramazsın, zarar veremezsin, küfür edemezsin. Onca vergi vermeyen ve vergi borcu affedilen kalantor zengin varken, bu garibanlara karşı işinizi yaparken daha saygılı davranın. İncitiyorsunuz vicdanları.

 Haklısın ama bizim de stresimiz çok abi, aldığımız para çok mu matah sanıyorsun. Biz de hayat mücadelesi veriyoruz.

 Bak, ne de güzel konuşuyoruz karşılıklı. Güya ikimiz de öfke doluyduk. Dediğim gibi işini yap yapmasına ama bu adamlara saygı duyarak, onları severek yap. Bu dünyada sistemi kuranlar ve devam ettirenler, ezilenleri birbirine düşürüyor. Daha az ezilen, daha çok ezilenden nefret edecek hale getiriliyor. Sonra hep beraber en tepemizde vergisiz dolaşanlara hürmet gösteriyoruz. Onların hiçbir dahli yokmuşçasına. Bizi birbirimizden nefret ettiriyorlar. Bak mesela şurada kâğıt helva satan genç var ya; işte o genç üniversite mezunu. Şimdi de yüksek lisans yapıyor ama parası yok masraflarını karşılayacak. Bu arada seni yere düşürdüğüm için özür dilerim, birden sinirlendim.

 Hah işte, ben de birden sinirlendim. Haklısın abi yanlış davrandım amcaya karşı.

O sırada sağ tarafımızda bizi izleyen bir taksi şoförü aracından indi.

 Kardeş ne güzel mesaj kaygılı konuşuyorsun. Hepimiz biliyoruz bunları ama bazen böyle konuşanları duymak rahatlatıyor. Yok mu, şu taksici kardeşlerin için de vereceğin bir mesaj? Biz de eziliyoruz ama kimse de bizi sevmiyor.

 Valla sizleri anlamak benim için de çok zor oldu aslında, sizlerden bildiğin nefret ederdim. Kısa mesafe olunca almaz indirirsiniz, müşteriye saygı yok, ha bir de üzerine kaç defa dolandırıldım sayısını bilemiyorum. Ama işte sistemin bokluğunu biraz düşünüce, yanlış adamlara nefret beslediğimi anladım. Bir kere şu taksinin plakası fahiş fiyatlarda, tam bir rant kapısı. Bu fiyatlarda taksi plakası alan adam zararına girmiyor bu işe ve kendini garantiye alıyor. Ne yapıyorlar peki? Gariban şoförlere; al bu taksiye şoförlük yap ama yakıtı sen doldur bir de üzerine bana şu kadar para getir, gerisi artısıyla eksisiyle senindir diyorlar. Bu adam zaten parasızlıktan ve işsizlikten yapıyor bu işi. Bir de üzerine cepten para koymama telaşı. Şimdi bu adamdan iyi ve dürüst bir hizmet beklentimiz ne kadar başarılı olabilir? Hiç tanımadığımız plaka sahibini hiçbir müşteri tanımıyor. Bütün eleştiri okları şoförün üzerinde. İyi mi bu mesaj?

 Eyvallah abicim, anlayan anlamıştır.

 Ama siz de biraz çeki düzen verin kendinize, sığınmayın buna bu kadar.

 Ya abi, çözümsüz konular bunlar ne diyeyim. Bir iyi, iki iyi, üçüncüde tırlatıyoruz yine.

O esnada çevredeki seyyar satıcılar ve zabıtalar etrafımızda toplanmışlar bizi dinliyorlardı. Seyyar satıcılardan biri lafa girdi.

 Abi kesin tıraşı da kaçalım buradan, büyük olay olacağa benziyor!

 Niye, ne oldu?

 Garip, maskeli ve silahlı adamlar geliyor buraya doğru. Kalabalıklar.

 Dur bakayım… Hassiktir! Bunlar onlar.

 Onlar kim abi?

 Bunlar beni almaya gelmişler, göğüslerindeki ayırmaçlardan tanıdım. Bir kere kaçırmışlardı beni de kaçmıştım. Uzun hikâye. Benden ne istediklerini ben de bilmiyorum ama siz burada durmayın kaçın ya da araçlarınıza binin.

 Ben buradayım evlat, seni vermem onlara. Kanımız ısındı sana.

 Ya amca sen yaşlısın zaten, kaç kurtar kendini, ben başımın çaresine bakarım.

 Olur mu ya, biz tüm seyyar satıcılar buradayız!

 Zabıtalar da burada abi. Harbi sevdirdin kendini.

 Lan oğlum manyak mısınız, neyimi sevdiniz iki dakikada. Çekin gidin.

 Yok yok, bak biz taksiciler de buradayız.

 Silahlı ve kalabalıklar, hepiniz olsanız da bir şey yapamazsınız. Bırakın ben tek başıma daha rahat hareket ederim.

 Gitmiyoruz lan!

 Geri zekâlı mısınız, ölmek mi istiyorsunuz? Bakın yaklaşıyorlar, helikopterler de geldi tepemize.

 Ölelim amına koyim! Böyle şakır şakır yağan bir yağmurun altında, hiç tanımadığımız ama nedense sevdiğimiz bir adamla beraber ölelim! Yaşıyoruz da ne oluyor?

 Yok ya, siz harbiden aptal insanlarmışsınız. Belki de ezilmeniz ondandır, yani hak ediyorsunuzdur. Burada savunacak bir davanız da yok. Vebaliniz bana kalacak.

Bir plan yapmak üzere etrafa göz gezdirirken, tam kafamın ortasına düşen bir yıldırım her şeyi değiştirmişti. Kafamda mavi ışıklar dolaşmaya başlamıştı, arabanın üzerine çıktım ve ellerimi gökyüzüne kaldırarak haykırdım çevremdeki topluluğa;

 Ölmekten korkmayanlar benimle kalsınlar! Bu adamların derdi benimle gibi görünse de, amaçları tüm insanlığı kendi köleleri yapmak. Beni dinleyin! Bizim bunlara karşı tek silahımız var! Kavga etmeden, gökyüzüne bakacağız, yüzümüzde en içten gülümsememiz olacak. Bırakın öldürsünler, öldürsünler ki görsünler; Tanrıyla işbirliği içinde olduğumuzu!

Kalabalığın içerisinden Oğuz Atay çıkıverdi.

 Bugün romantik günündesin ama kumanda sen de, ne dersen onu yapacağız.

 Oğuz abi sen de mi geldin, iyi ki geldin abi. Senin gülümsemenin hastasıyım.

 Sadece ben mi? Bak sağ tarafına kim geliyor.

 Kafka! Sen gülmeyi becerebilecek misin? Senin gülümseyebilmen oha gücünde olur be abi. Ama sakın böceğe dönüşme, sık kendini sadece gülümsemene ihtiyacımız var.

Donuk suratıyla, gözlerini kapatıp açtı mutabakat işareti olarak. Gülebilecekti hissetmiştim. Kendimi çok güçlü hissediyordum ki, bir ihtiyar Kafka’yı kenara itip öne çıktı. Tabii ki tüm şımarıklığıyla Albert Einstein’dan başkası değildi! Artık her şeyin yolunda gideceğinden tam anlamıyla emindim.

Beynimden kafatasıma ve oradan vücudumun tüm noktalarına iletilen çok güçlü elektrik dalgaları, her şeye hükmedebileceğim hissiyatına düşürmüşlerdi beni. Etrafımda doluşan topluluğa tekrar haykırdım;

 Size söz veriyorum, ölmeyeceksiniz! Gülmek var, Ölmek yok!

Ellerimi iki yana doğru uzattım ve yol kenarındaki peyzajın toprağına hükmettim. Balçıklaşmış toprak yerden fışkırarak gökyüzüne bulutların üstüne çıkıyorlardı ve orada şekillenip devasa meleklere dönüşüyorlardı.

Bulutların üzerinde, bizi bekleyen yüzlerce balçıktan melekler vardı. Üzerimize gelen adamların gözlerinden korku akmaya başlamıştı. Telsizlerden haber salıyorlardı; “Beklediğimizden hızlı ve fazla güçlenmiş!” diye. Beni canlı ele geçirmek istediklerini biliyordum; bu sebeple kolay kolay silaha sarılmayacaklardı ama artık yaralamayı göze alacaklardı.

Arkamda ve etrafımda duran insanlar, tüm konsantrasyonlarıyla gökyüzüne doğru gülümsüyorlardı. Bu bana olan inançlarını gösteriyordu ve gücümü adeta bu inançtan alıyordum. Bunu anlamalarıyla, silahlarını ateşlemeleri bir oldu. Çevremdeki insanları birer birer öldürüyorlardı; her taraf yağmur sularıyla beraber kan ve et parçalarıyla dolmuştu. Ben ise olduğum yerde sabit bekliyordum.

Öldürülen insan sayısı arttıkça, beni yakalamak için yaklaşıyorlardı. Artık yakalanmam an meselesiydi. Tam hamlelerini yapacaklardı ki, bulutların üzerinde duran meleklere doğru bir gülümseme fırlattım. Gülümsemeyle emri alan melekler; tüm ölen insanları yeniden yaratıp, aşağı bıraktılar. Evet, ölen insanlar onlara söz verdiğim gibi ölmemişlerdi. Yeniden aramıza yağıyorlardı sağ salim; yüzlerinde gülümsemelerini devam ettirerek. Karşı tarafın adamları ise dehşete düşmüş halde takviye istiyorlardı.

Helikopterlerinden inen yeni adamlar, yeni silahlarla saldırmaya başladılar. Onlar öldürdükçe, yeniden dirilen insanlara karşı ne yapacaklarını bilemiyorlardı. En sonunda üzerime atlayan beş adam, beni yakaladıklarını sandılar; ama ben o esnada çoktan göğe doğru yükselmiş, parmaklarımdan dikenli güller yağdırıyordum üzerlerine. Yükseldiğim noktaya helikopterlerle yaklaşıp üzerime ağ atmaya çalışmaları da başarısız olmuştu. Ağı kendi adamlarının üzerine düşmeye yönlendirmiştim bile. Sonrasında bulutlardan yastıklar yaparak, kafalarına indirdim her birinin. İyice sersemlediler. Helikopterlerliler, operasyonlarının başarısız olacağını anlamış olacaklar ki, yerde bulunan adamlarını aldılar ve çekip gittiler.

Yeterince yorulmuştum. Yavaş yavaş aşağı indim, balçıktan melekleri toprağa döndürdüm ve etrafta göğe gülümseyen insanlara; adamları püskürttüğümüzü bildirdim. Herkes derin bir nefes aldı. Hemen akabinde, hayat normale döndü hepsi için. Zabıtalar seyyar satıcıları kovalamaya başladı, taksiciler emniyet şeridi üzerinden trafiğin önlerine doğru ilerlemeye çalıştılar. Ben ise yaptığım şeyleri nasıl becerdiğimi bile anlayamıyordum.

Oğuz Atay, Kafka ve Einstein yanımda kalmışlardı.

Oğuz Atay; “Arkaya bin, arabayı ben kullanırım. Sen gerçekten çok yoruldun” diyerek şoför koltuğuna oturdu. Kafka gülümsemeyi sevmiş olacaktı ki gözleriyle gülümsüyordu yüzüme.

Einstein ise; ”Aferin evlat, kendini keşfediyorsun. Daha neler olacak neler. Sen şimdi dinlen. Bu kadar şeyin üzerine de iyi bir seks yap. Hak ettin bunu. Ben olsam dinlenmeden sekse geçerdim ama şimdi burada mümkün değil.”

Arabanın arka koltuğunda bitkin bir halde kendimden geçmiştim bile.

Bir süre sonra şiddetli bir öksürükle uyanıverdim. Uyandığımda üzerim çamur kaplı bir durumda, bahçede çimler üzerinde yatıyordum ve köpeğim yanı başımda duruyordu. Başım dönüyordu ve üşüyordum. Hemen yerimden kalkıp eve doğru yöneldim.

Kapıyı çaldığımda, kapıyı açan karım ağlıyordu.

 Karım ne oldu niye ağlıyorsun?

 A kocam! Sen ölmedin mi?

 Tövbe ya, niye öleyim be kadın!

 Ay ne bileyim, bu adamlar bana senin öldüğünü söylediler. Çok ağladım. Sarılmak istiyorum sana ama bu çamurlu halinle de sarılamam.

 Kim onlar be?

 İçeri gelince anlarsın.,

 E geleyim müsaadenle.

 Dur! Ev daha bugün temizlendi, böyle gelemezsin. Soyun, çıkart üzerindekileri.

 Kadın, apartmanda mı soyunayım?

 Ya bir şey olmaz, kim görecek, çıkart üstünü başını.

 Hay bin çamaşır suyu! Peki, çıkartıyorum, zira tartışacak gücüm yok.

Üzerimdekileri çıkarttıktan sonra eve girebildim. Salona bakmamla, vücudumdaki kanın beynime fırlaması arasında saniyenin on binde biri kadar kısa bir zaman parçacığı vardı. Salonda, ellerindeki tabaklarda bulunan helvayı kaşıklayarak yiyen; Oğuz Atay, Einstein ve Kafka oturuyordu.

 Ne oluyorsunuz ya siz?

 Kocam, gördüğün üzere her birinin ağzı çok dolu, sana cevap veremezler. Aha bunlar bana geldiler ve senin dışarıda köpeği gezdirirken; köpeğin tasmasından kurtulduğunu ve yola fırladığını; arkasından da senin fırladığını ama ikinize birden tır çarptığını ve hastaneye yetiştirilemeden öldüğünüzü söylediler. Ben geçirdiğim ağır üzüntü içerisinde ne yapacağımı bilemedim. Bana bir de; acil helvanı yapmam gerektiğini yoksa kabir azabı çekeceğini falan söylediler. Ben de dediğim gibi ağlaya ağlaya helva yaptım verdim bunlara.

 Lan oğlum, sizi tanımakta zorluk çekiyorum ha. Manyak mısınız lan? Çabuk çıkın evimden çabuk!
Yerlerinden suçlu bakışlarla ve hınzır gülümsemelerle kalkan üçlü, kapının önünde ayakkabılarını giyerken bile bir yandan tabaklarında kalan helvayı yemeye çalışıyorlardı. Son anda, Kafka; ”Ya bizi de o baştan çıkardı” dedi ve mutfağı gösterdi.

Mutfağa kafamı uzatmamla kafasını tencereye sokmuş, helvaları silip süpüren bir dördüncü adam gördüm. Kafasını helva tenceresinden çıkarıp bana bakan ve yüzünün çeşitli yerlerinde ve hatta kirpiklerinde helva parçacıkları bulunan bu adam ise, Stanislaw Lem’in ta kendisi idi. Hiçbir şey demeden bir Zeki Alasya gülüşü yaptı ve ağzının etrafındaki helvaları temizlemek için dilini kullandı.

 Sen, Stanislaw Lem! Ya bak, sen hem bugün neredeydin? Hem yoksun ortalıkta, hem de evime gelip karıma öldüğümü söyleyip, helvamı yiyorsun! Ya ben de bunca zaman, senin anlaşılmamana üzülmüştüm. “Küvette Bulunan Günce” gibi bir kitabın tek Türkçe baskı da kalmasına hayıflanmıştım. Sen ki son yüzyılın en müthiş zekâsına sahip, hem komik hem de kâhin sayılabilecek saygın bir yazarsın. Bu yakıştı mı sana? Neyse ya, iyi ki sen yokmuşsun bugün, olsaydın bir de böyle mesaj veresim tutardı!

Sanki kendisine laf söylemiyormuşum gibi, hiç umursamadan “Ellerine sağlık hanım kızım, oğlum sen de çıplaksın hasta olacaksın, git üzerini giy; zaten ne dediğini bilmiyorsun.” diyerek kapıdan çıktı gitti.

Arkalarından karımın; “Afiyet olsun, böyle olmadı bir dahakine haber verip gelin de dolma yapayım!” demesiyle nevrim iyice döndü ve apartmanı inletecek şekilde kapıyı çarptım yüzlerine.

Sıcak bir banyo yaptıktan sonra, kızımı uyutmak ve uyumak için yatağa girdim. Kızıma o gün başımdan geçenleri anlatım.

 Baba sana bir şey sorabilir miyim?

 Sor tabii kızım.

 Hani bu anlattığın şeyler trafiğin ortasında olmuş ya.

 Evet

 İşte diyorum ki, bu kadar olay olurken, trafikteki diğer arabalarda bulunan insanların öylece arabalarında durması biraz saçma değil mi?

 Değil kızım, değil maalesef. Büyünce anlarsın, insanların ne kadar duyarsızlaştığını ve de bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı olduğunu.

 Niye her şeyi büyüyünce anlıyorum, şimdi neden anlayamıyorum peki?

 Zzzz


Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 2 (yazıyla iki)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – Üç (Rakamla 3)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 3 buçuk (Üç.5)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 4 (Roma Rakamıyla IV)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 4X(Okunarak:DördikS)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – BEŞ (5)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler 6 – (Altı)

Story & Image Copyright: OTahirZGN
ZAK000.png

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir